Cumhuriyet’e Beş Kala İSTANBUL’UN TARİH ATLASI’nın Fatih turu katılımcılarıyla. 6 Aralık 2024

YİRMİBEŞ SAAT ve 2515 KİLOMETRELİK EFSANE SEFER

Henüz Birinci Dünya Savaşı’nın çıkmasına bir sene varken, 1913’te İstanbul’u ziyaret eden Fransız pilotlara karşı doğan beğeni Enver Paşa’yı düşündürüyor olsa gerek ki bu hayranlığı Türk pilot ve havacılığına dönüştürmek amacıyla, İstanbul’dan Mısır ve İskenderiye’ye kadar uzanan bir uçuş planlamıştı. Kimilerine göre bir ‘macera seferi’ olmasına karşın yer hizmetleri iyi düşünülmüş, Eskişehir, Afyon, Konya, Ulukışla, Adana, Halep, Humus, Beyrut, Şam, Kudüs, El-Ariş, Port-Said, Kahire’ye benzin ve yedek parça gönderilmişti. Ayrıca uçaklarda çıkacak arızaları gidermesi için karadan teknisyenler takip ediyordu. Toplam 25 saat ve 2515 kilometrelik bu seferde ulusal dayanışma anlamına gelen Muavenet-i Milliye adı verilen Bleriot tipi uçağı Pilot Yüzbaşı Fethi Bey ve yardımcısı Üsteğmen Sadık Bey, Prens Celadeddin adı verilen Duperdussin tipi uçağı Pilot Teğmen Nuri Bey ile Yüzbaşı İsmail Hakkı Bey sevk ve idare edeceklerdi. Sefer nihayet 8 Şubat 1914’te yağmurlu bir havada Yeşilköy Tayyare İstasyonu’ndan başladı. 27 Şubat’ta Şam’dan havalanan Yüzbaşı Fethi’nin uçağı Taberiye Gölü yakınlarında düştü. 6 Mart günü, yerlerine gönderilen Ertuğrul ismi verilen yine Bleriot tipi uçak ile İstanbul’dan yola çıkan Pilot Salim Bey ve Kemal Bey idaresinde ancak Edremit’e kadar gidebildi. İkinci uçağı idare eden Nuri ve İsmail Hakkı Bey ise Yafa’ya ulaşmışlardı fakat Yafa’dan 11 Mart’taki hareketleri esnasında yükselmek için çabalarken hız kaybına uğrayarak denize düştüler. Yardım gelinceye kadar Nuri Bey hayatını kaybetmiş, İsmail Hakkı Bey ise kurtarılmıştı. Nuri Bey de diğer şehitlerin yanında, Şam’a defnedildi. Edremit’te iptal edilen seyahatin yerine şehit havacıların bıraktıkları yerden, Yafa’dan devam ederek Kahire yolculuğunun tamamlayacak dördüncü bir sefer planlandı. Edremit halkının parasıyla satın alındığı için Edremit ismi verilen Bleriot tipi uçak, Saidiye isimli gemiyle 11 Nisan’da İstanbul’dan Beyrut’a nakledildikten sonra monte edilmiş ve birkaç deneme uçuşundan sonra önce Kudüs’e ardından Port-Said’e ve 9 Mayıs 1914’te ise Kahire’ye vardılar. Yaptıkları gösteri uçuşlarından sonra İskenderiye’ye geçip, orada kendilerini bekleyen Daçya adlı vapurla İstanbul’a döndüler. Bu son yolculuk esnasında yürütülen kampanyalar sonucu Kudüs, Port-Said ve Tanta’dan birer, İskenderiye’den ise tam dört uçak alınacak kadar bağış toplanmıştı.

İşte bu anıt, belki de o paranın bir kısmıyla, bu seferin anısı için yapıldı. Aynı yılın Nisan ayında temeli atılan anıtı Mimar Vedat Bey’in (Tek) tasarladığını biliyoruz. Meşrutiyet döneminden günümüze kalan, vefanın ve başarma azminin sembolü olan yedi buçuk metre yüksekliğindeki -adeta gelecek yıllarda yaşanacak sıkıntı ve zorlukların bir habercisi olan- bu eser Meşrutiyet’in sekizinci yılında, 1916’da tamamlandı. Yarım kalan yolculuğu ve kaybedilmiş hayatları kırık bir sütunun sembolize ettiği anıtın kaidesinde seferin hatırasına yapılan madalyonun büyütülmüş bir örneği bugün de görülebiliyor. Bu arada uçağın düştüğü Taberiye Gölü’nün doğusunda yine aynı yıl bir anıt daha dikildiğini ekleyelim.

Bu olay, o dönemde önce büyük bir coşku uyandırmış fakat sonrasında bir o kadar da büyük bir üzüntüye neden olmuştu. Öyle ki 2. Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e Elli Yıllık Hatıralarım adlı eserine Çırağan Baskını ile başlayan ancak Yıldız Suikastini anılarında anlatmayı unutan Süleyman Tevfik’in bu konuyu atlamadığını görüyoruz. Süleyman Bey’in, İlk Osmanlı Tayyareleri başlıklı bölümde anlattıklarını akışına müdahale etmemek adına kimi kelimelerin bugünkü karşılıklarını parantez içinde verdik;

Toplanan iane (yardım) ile mübayaa olunan (satın alınan) iki tayyareden birine Muavenet-i Milliye (Ulusal Dayanışma) ve ikincisine Prens Celaleddin adı verilmiş, Muavenet-i Milliye’ye Yüzbaşı Fethi, Prens Celaleddin’e Yüzbaşı Nuri Beyler pilot tayin olunmuşlardı. Avrupa’da tayyarelerle seyahatler tertip edilmeye başlanmış olduğundan Harbiye Nâzırı Enver Paşa da kendi muvaffakiyetini âleme göstermek sevdasına düşerek tayyarelerimizin Mısır’a kadar bir seyahat-i havaiye (hava yolculuğu) yapmalarını emretti. 26 Kânunisani (Ocak) sabahleyin bütün vükelâ (vekiller) ve İttihat rüesâsı (Ittihat Terakki liderleri) ile binlerce halkın arasında havalanan tayyareler yola çıktılar. Muavenet-i Milliye Şubat’ın on dördüncü günü Şam’dan Kudüs’e giderken, Hayriye Gölü civarında motoruna âriz olan (ortaya çıkan) bir bozukluktan veyahut -o vakit bazılarının söylediği gibi- hava cereyanı (türbulans) tesirinden yere düşerek parçalandı. Pilotu Fethi ve arkadaşı Sadık Beyler vefat ettiler. Prens Celaleddin tayyaresi de Şubat’ın 26. günü Yafa’da havalanırken denize düştü. Pilotu Nuri Bey yüzme bilmediği cihetle boğulup arkadaşı İsmail Hakkı Bey kurtuldu. Bu acı haber bütün halkı son derece mahzun (gamlı) ve müteessir (üzgün, kederli) etti. Gazeteler uzun uzun makaleler yazarak bütün Osmanlıları taziyet (başsağlığı) ettiler. Fethi, Nuri ve Sadık Beylerin cenazeleri Şam’a götürülerek büyük bir ihtifal (toplanma) ile Selahaddin Eyyubî Türbesi’ne defnedildiler ve bu ilk tayyare kurbanlarımızın fedakâr namı için Fatih’teki abide vücuda getirildi.”

Bu satırlar, dönemin tanınmış ve pek çok konuya birinci elden şahit olmuş bir gazetecisinin kaleminden çıkmış olması nedeniyle önemlidir. Konu öylesine hassastı ki kolay kolay vazgeçilecek bir mevzu değildi. Nitekim beklenen oldu ve bu sefer başka bir uçakla tamamlandı. Aynı hatıratın ilerleyen sayfalarında seferin nasıl tamamlandığını Mısır Hava Seferi İkmal Edildi başlıklı bölümde adeta bir gazete haberi tadında anlatıyor Süleyman Tevfik;

“İstanbul-Kahire hava seferini yapmak üzere yola çıkan tayyarelerimizden Muavenet-i Milliye’nin Kudüs’e girerken Cidye gölü civarında kazaya uğramasından, Prens Celaleddin tayyaresinin de Yafa’da denize düşmesinden dolayı yarı kalan Mısır yolculuğu, Edremitlilerin Fransa’dan satın alarak Edremit adını verdikleri tayyare ile ikmâl edilmesi kararlaştı. Tayyareci Selim ve Refik, râsıt (gözlem yapan, rasatçı) Kemal Beyler tayyareyi alarak Beyrut’a gittiler ve oradan 18 Nisan 1330 [1 Mayıs 1914] tarihinde, halkın büyük alkışları arasında uçarak Kudüs ve çöl yolu ile Kahire’ye gidip seyahati ikmal eylediler (kemale erdirmek, tamamlamak). Kahire’de tayyaremiz parlak bir surette karşılanmış, Mısırlılar tarafından tayyarecilerimiz büyük ikramlara, hürmetlere uğramışlardı.”

Bu eserin hazırlanması esnasında dönemi konu alan edebi metinlerden paragraflara, gerek dönemin yazarlarını tanıma gerekese dönem atmosferini hissetme noktasında yararlı olacağını düşünerek yer vereceğimizi söylemiştik. Şimdi bu kapsamda sıra, meşrutiyet yıllarında dünyaya gelen fakat adı çok da duyulmamış bir yazarımız ile tanışmaya geldi. Meşrutiyet’in ikinci yılı 1910’da, polis komiseri olan babasının görevi nedeniyle Çanakkale’de dünyaya gelmişti. Beş yaşındayken Çanakkale Savaşları sürdüğü yıllarda bölgede yaşanan bombardımanlardan dolayı göç etmek zorunda kalmışlardı. 1929 yılında Edirne Öğretmen Okulu’ndan mezuniyeti onu Cumhuriyet’in ilk öğretmenlerinden yapacaktı. 1937’den 1961 yılında emekli olana kadar tarih öğretmenliği yapan Kemal Bilbaşar, dönemin hatıralarının çok canlı olduğu yıllarda yaşadı. 1983 yılında kaybettiğimiz yazarın Bedoş adlı eseri tam da bu kitabın konusu olan yılları kapsar. Romanda öğretmen olmayı kafasına koyan Bedia’nın Birinci Dünya Savaşı ve mütareke yıllarında geçen çocukluk ve ilk gençlik yılları anlatılıyor. Kahramanımızın Arnavut kökenli annesi Başo Hanım, Çerkes kökenli babası Memduh Bey ve kardeşleri Leman ve Fethi’den oluşan ailesininin bu sıkıntılı yıllarda ayakta kalma mücadelesini okuduğumuz hikayeden üç farklı bölümü, üç farklı başlık altında olduğu gibi paylaşmanın -tarif ve betimlemelerin berraklığı nedeniyle- yerinde olacak. İlk pasaj, günümüzde de aynı ismi taşıyan Atpazarı’ndan biraz önce, muhtemelen Zeyrek, Çırçır civarından başlayıp Demirciler Çarşısı’ndan geçerek Saraçhane’ye doğru giderken ne gibi manzaralarla karşılaşacaktık buna dair ipuçları verir bize;

Başo Hanım, kızını uyardı, “Saraçhane’ye kadar geçeceğimiz yolları iyi belle!” dedi, “çünkü okuluna her sabah yalnız başına gideceksin. Bizim bevvaba verecek paramız yok. O kadar zengin değiliz.

“Bevvabın ne olduğunu bilmeyen küçük kız, gene soracaktı, sormadı, “Peki anneciğim!” dedi.

Önce Tetimmeler Medresesi’nin avlu duvarını izlediler, Atpazarı’na yaklaştıklarında koyun ağılı, keskin ahır kokusu değdi burunlarına. Duvar diplerinde birbirlerine sokularak yatmış geviş getiren koyun kümeleri gördü küçük kız. At satın alan biri seçtiği hayvanı denemek için koşturarak geçti yanlarından.

“Bu cambazlar acımasız olur kızım. Hayvanı deli gibi koştururlar. Okula gidip gelirken çok dikkatli ol! Hayvanın ayakları altında kalmayasın.”

“Peki anneciğim.

“Atpazarı’ndan sonra nal yapan, çapa kazma ya da saban demiri döven demirciler arasından geçtiler. Köşedeki demirci dükkânına dikkatle baktı Bedia. Eline yüzüne kara çalınmış, boynuna deriden önlük asılmış on iki-on üç yaşlarında bir oğlan körük çekiyordu. Kafasında rengi belirsiz yağlı bir külah, elinde küçük çekiç bulunan yaşlı bir adamla uzun saplı ağır bir çekici sallayan, kolları çıplak, pazuları şişkin bir delikanlı, örs üzerinde kıskaçla tutulan kıpkızıl bir demiri belli bir düzenle dövüyorlardı: Reng keng keng reng keng. Reng keng keng reng keng. Büyük çekiç kızıl demire indikçe etrafa kıvılcımlar saçılıyordu. Giderek kızıl demir sönükleşip kararıyordu.

Demirciler çarşısından çıkıp sağdaki sokağa saptılar, sonra geniş, çiçeklerle süslü bir bahçenin içinden geçtiler, “Burası Fatih Parkı’dır kızım!” dedi annesi, sonra az ilerideki mermerden, üst yanı kırık dikili taşı göstererek ekledi: “Şu gördüğün de uçak şehitlerimiz için dikilmiş anıttır.”Bedia merakla sordu:

“Kimmiş bu şehitler anneciğim?

“Masallar kadar ulusal yiğitlik öykülerine de meraklı olan Başo Hanım, “Üç hava subayımız kızım,” dedi, “adları da: Fethi Bey, Sadık Bey, Nuri Bey. Sen dört yaşında vardın onlar şehit düştüklerinde. İki uçakla İstanbul’dan Kahire’ye uçacaklardı. Filistin’de Taberiye Gölü üzerinden geçerlerken hava boşluklarına rastlamışlar. Fethi Bey’le Sadık Bey’in bindikleri uçak düşüp parçalanmış. Teğmen Nuri Bey Hayfa’ya inebilmiş. On gün sonra havalanırken onun uçağı da denize düşmüş. Hükümetimiz, onların anısına yaptırdı bu anıtı…”

Sonraki yazı: SARAÇHANE MEYDANI

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz