BÜYÜK KONSTANTİN’İN KOMŞUSUNDAN EMİR BUHARİ’NİN KOMŞUSUNA
Türbe’nin ne zaman kimin tarafından yapıldığı belirsizliğini koruyor. Sultan Aziz’in kızı Emine Sultan ile evlenerek saraya damat olan Damat Mehmet Şerif Paşa (Çavdaroğlu), Milli Mücadeleye karşı takındığı tutumdan dolayı yurt dışına kaçmış, 1946’da ise Türkiye’ye dönmüştü. İbnülemin Mahmut Kemâl’in sohbetlerinin bir tanesinde, geçmişte padişaha verdiği yeminini bozarak, Fatih’in türbesinde gördüklerini anlatmış. Ortada dolaşan söylentiler üzerine Sultan II. Abdülhamit’in talimatıyla Fatih’in türbesindeki sandukayı açıklarında altında bir dehlizle karşılaşmış, aşağı inen taş merdivenlerden ilerledikten sonra demir bir kapıdan geçerek sonunda padişahın kabrini bulmuşlar. Murat Bardakçı’nın detaylarını vermeden nakledişine göre, Paşa şunları söylemiş; ‘Kapağı açtıktan sonra, bir dehlizin içinde metrelerce yürüdük. Çocukluğumuzda, Fatih’in türbesinde değil, kendi yaptırdığı caminin mihrabının altında gömülü olduğu zaten söylenirdi. O dehlizden mihrabın altına kadar yürüdük ve mumyayı orada gördük.’ diyerek anlattığı yer belki de Büyük Konstantin’in kriptasıydı.

İslam Ansiklopedisi ‘Fatih Camii ve Külliyesi’ maddesinde yazdığına göre 1782’deki Cibali yangından kurtarılan eşyalar avluya yığılmış fakat buraya sıçrayan ateş türbeyi de yakmış, içindeki bütün eşya sandukası ile birlikte küle dönmüştü. 1784’de Sultan Hamit, 1865’te Sultan Aziz ve Sultan Reşat yıllarında onarım gören türbe, meşrutiyet yıllarında yeni üretilen gelenekler çerçevesinde törenlere sahne olmuştu. İstanbul’un kurtuluşunun ardından 19 Ekim 1922’de Refet Bele Paşa’nın yaptığı ilk ziyaret de buraya gerçekleşmişti. Büyük Millet Meclisi ordusunda tuğgeneral rütbesi ile görev yapan Paşa’nın yakasında rütbesini gösteren kırmızı zemin üstüne tek bir yıldız vardı. O gün, üstü açık bir arabaya binerek halkı selamlayan Paşa’yı herkes saraya gidecek diye beklerken o ilk ziyaretini Fatih’in türbesine yapacaktı.
Hemen hemen diğer tüm türbelerde olduğu gibi burası da bir dua ve adak yeriydi. Mezopotamya havzasında ortaya çıktığı düşünülen tanrı-kral olgusunun İslam’la birlikte evliya-kral kavramına evrildiğini söylemek yanlış olmaz. Hangisine giderseniz gidin, Beşiktaş’ta Yahya Efendi, Üsküdar’da Aziz Mahmut Hüdayi, Eyüp veya Sümbülefendi, neredeyse hemen hepsinin kapısında hemen hergün dilekleri gerçekleşenlerin verdikleri sözü tuttuğunu görürsünüz. Bu olguya işaret etmeyi unutmayan Bilbaşar, yapıtında öğretmen olmayı dileyen Bedoş’un dilinden, Şaraçhane’deki Bozdoğan Kemerleri’nin tepesinden Fatih Türbesi’ne uzanan pasajında şöyle anlatıyor;
“Bedoş, Recep’in tıkadığı yolu açmak için takunyasının keskin ucuyla onun ayağına vurmak zorunda kaldı. Oğlancık, acıyan yerini tutarak bir ayağı üstünde sekmeye başlayınca eğreti sarığı hemen çözülüverdi. Bedia, onun bu haline bakarak gülerken, “Sen daha sarığını bağlamasını öğrenememişsin koca kafalı! Deniz Abdal Camisi’ne bile hoca yapmazlar seni,” deyip yürüdü.
Bedoş gözüpek kızlar ve de oğlanlarla bazı ikindileri Şaraçhane’deki su kemerlerine tırmanıp orada ayaklarını sarkıtarak Haliç’e karşı otururlar, türkü söylerlerdi. Şehzade ve Fatih camilerinde müezzinlerin ikindi ezanı okumaya başladıkları sırada, büyükleri yansılayarak toparlanırlar, diz çöküp gözlerini yumarak acımasız Tanrı’ya yakarırlardı. Bedoş her seferinde Tanrı’dan anasına babasına, kardeşine kendisine sağlık ve uzun ömür vermesini diler, yakarısını, “Bana öğretmen olmayı nasip eyle!” diye bitirirdi. Ne var ki, sukemerleri üzerinde yaptığı duanın kabul olunacağından kuşkusu bulunduğundan, eve dönerken Fatih Türbesi’ne uğrardı. Türbedara görünmeden içeri süzülür, Fatih’in sandukası önüne gelir, diz çökerdi. Türbede yatanlara hep baba dendiği için o da, ‘Fatih Baba!’ diye seslenirdi sandukaya. ‘Belki Allah Baba seni kırmaz, ona söyle, beni mahzun etmesin. Büyüyünce muhakkak öğretmen yapsın beni. Unutmazsın, değil mi Fatih Babacım?’”
“Saraçhane’den Fatih minarelerinin ne dilber bir görünüşü var: Siyah ve lacivert renklerden hangisinin daha galip olduğu tayin edilemeyen bir zemin üzerinde teressüm eden (resim gibi canlanan) altın kemerli minareler ve râtıb (yaş, nemli) kubbelerde in’ikâs eden (yansıyan) ışıklar tatlı bir kıvrılışla akıyor.” diyerek tarif edilen Fatih Cami’nin kendisine yönelelim. Pişmiş tavuğun başına gelmeyenin kalmadığı gibi, başına gelmeyenin kalmadığı bu mekân, 1509’da adına Küçük Kıyamet denilen depremde, ardından 1557 ve 1754 depremlerinde hasar gördü. 1766 depremine dayanamayan kubbesi tamamen çökünce, Sultan III. Mustafa tarafından yeni bir plana göre tekrar inşa edilerek 1771’de ibadete açılmıştı. İlk camiden günümüze kalan tek kısım eski dış avlu kapısı olsa gerek. Bundan başka cümle kapısı duvarı ve köşelerdeki minarelerin kürsü, pabuç ve belki minarelerin ilk sıralarının o günlerden kalma olabileceği düşünülüyor. Buna istinaden, Süheyl Ünver ise kaidelerin birinde bulunan güneş saatinin, mahalleye de adını veren Ali Kuşçu’nun hatırası olduğunu ileri sürmekte.

1623 yılı Haziran ayında yaşanan bir darbe girişimine şahit olan cami, o gün çoğu olup bitenden habersiz namaza gelmiş insanların kanına boyanmıştı. II. Meşrutiyet’in başı, 1908’in Ekim ayında ise daha önce tutuklanmış ancak aklı başında olmadığı gerekçesiyle serbest bırakılan Kör Ali’nin neden olduğu olay yaşandı. Fevzi Paşa Caddesine çıkan Halıcılar Sokak üzerindeki caminin müezzini olan Kör Ali’nin, medrese mezunu olmadığı için vaaz verme yetkisi de yoktu. 6 Ekim’de Fatih Camiinde verdiği kaçak vaazlarda Anayasa ve Meclis’in şeriata aykırı, hürriyet ve eşitliğin de anlamsız bir şey olduğunu söylemişti. Hakkındaki tutuklama emrine rağmen 7 Ekim’de verdiği başka bir vaazda Bulgaristan ve Bosna-Hersek meselelerini işaret ederek ‘Muharebe olursa korkmayınız’ diyerek cihata çağırıyordu. Galata Köprüsü’nden Beşiktaş’a, oradan da Yıldız Sarayı’na yürüyen yaklaşık kırk kişilik grupla Saray’a vardıklarında Boşnak İsmail Hakkı sesini yükseltiyor ve ‘Biz Meclis-i Mebusan’ı istemeyiz Şeriati isteriz. Çoban isteriz.’ diyor, meyhanelerin kapatılması, Müslüman kadınların sokaklarda gezmemesi, resim satılmaması ve tiyatroların kapatılması gibi istekler sıralıyordu. Dönüşte Unkapanı Köprüsü’nde ve şu an bulunduğumuz Fatih Türbesi avlusunda dua ettikleri esnada kalabalık içinden üst üste silah atıldığı duyulmuş ve muhtemelen hayatını kaybedenler olmuştu ki sorumluları hemen tespit edilecekti. Kör Ali, ertesi gün on beş kişi ile birlikte tutuklandı. Gazetelerde onun yanında bulunanların çoğunun eski hafiyelerden, işsiz güçsüz ayak takımından olduğu yazıyordu. Yargılama esnasında, avukatları cezai ehliyetlerinin bulunmadığını ileri sürse de muayene sonucunu aksini söylemiş, cinayetle suçlanan Kürt Kör Ali ve Boşnak İsmail Hakkı mahkeme sonucunda 26 Ekim’de hakimlerin oybirliğiyle idama mahkum edilmişlerdi.
Kör Ali olayından birkaç gün sonra, 9 Ekim’de ‘Divaneler Zincirsiz Geziyor’ başlığıyla çıkan bir haberde, şu an bulunduğumuz Fatih Camii’nde kılınan Cuma namazı sonrası Hoca Halis Efendi’nin vaazı Ahmet Hamdi adlı bir şahıs tarafından kesilecekti. Ticaret ve sanayinin gelişmesinden söz ettigi konuşmasını ‘Hoca Efendi böyle şeyler söyleme, biraz da devletten bahset, yalnız millet olmaz, sözlerin hep muzırdır zira biz faniyiz’ diyor ve belinden bir hançer çıkararak kendisinin bir fedai olduğunu ve buraya ölmeye geldiğini söylemesi ile cemaate saldırması bir oluyordu. Şans eseri Selimiye Kışlası alay ustalarından Ali Ramiz Efendi de o gün vaazı dinleyenler arasındaydı. Bir hamleyle Ahmet Hamdi’nin üzerine atılarak bileklerinden yakalamış fakat kendisi de elinden yaralanmıştı. Birden bire büyük bir öfkeye kapılan cemaat Ahmed Hamdi’yi döverek camiden çıkarıp zabıtaya teslim ediyor, sorgusu sırasında adın dan başka bir şey söylemeyen Ahmet’in üzerinden padişaha verilmek üzere bir evrak ve iki mektup çıkmıştı. Durum rahatsızlık vericiydi. Gösterilerin böyle ulu orta artması üzerine bu tür girişimleri önlemek adına gazetelerin halkı heyecana düşüren haberlerle zamansız çıkardıkları ekler yasaklanacak ve gerekli görülmesi halinde ordu birliklerinin polis görevlerinde kullanılmasına dair bir düzenleme yapılacaktı.
Külliyenin önemli bir parçası olan Sahn-ı Semân Medreselerine hazırlık amacıyla gidilen Tetimme Medreselerinden bir önceki bölümde bahsetmiştik. Medresesiyle ünlü bu külliyenin talebeleri arasında, biraz daha ileride kendisinden detaylıca bahsedeceğimiz Mithat Paşa da bulunuyordu. Paşa’nın Doyranlı Mehmed Efendi ve Zağralı Şerif Efendi gibi hocaların nahiv (sözdizimi, sentaks), mantık, meânî (anlam), fıkıh (İslam hukuku) ve hikmet gibi dersleri aldığını okuyoruz. Şimdi gelin beraberce Caminin dış avlusuna çıkalım ve meşrutiyet yıllarında burası ne haldeydi dönemin usta bir kaleminden dinleyelim. Tahirü’l-Mevlevî namıyla bilinen Tahir Olgun’un kaleme aldığı ‘Pencere Önünde Tarihî Bir Gezinti: 1930’larda Fatih Semti’ başlıklı yazıdan alıntıyı tam da yeri gelmişken paylaşmak isteriz. Tahir Bey, yazısının sonuna doğru Fatih Camiine gelir ve çevreyi bakın o kendine has üslubu ile nasıl anlatır;
‘Fâtih Camii’nin bulunduğu meydanın iki tarafı vardır. Şimal (Kuzey) tarafına Karadeniz ciheti (yönü), cenup (güney) tarafına Akdeniz ciheti derler. Şimdi hayalen durduğumuz Akdeniz ciheti, Meşrutiyet’in ilanına kadar daimi bir pazar yeri idi. Satıcıların çoğu Tatar olduğu için bazı zürefaca (zarif kimseler tarafından) Tatar Pazarcığı denilen bu alışveriş yerindeki dükkânların hemen hepsi çadır ve kulübeden ibaretti. Nerede çürük, çarık şeyler varsa dükkânlarda onlar bulunur ve gayet ucuz satılırdı. Bundan dolayı Fâtih semtinin ucuzluğu dillerde destan olmuştu. Meşrutiyet’in ilanından sonra ve Dühanizâde Hâfız Mehmed Efendi’nin Fâtih belediye reisliği zamanında bu pazarcık kaldırıldı. Yerine güzel bir bahçe ve havuz yaptırıldı. Fakat bugün o bahçenin yerinde yeller esmekte ve tozlar savrulmaktadır. Meydanın Karadeniz ciheti de bayram yeri idi. Orası yılda yedi gün toplanan çocukların sevinç sesleriyle çın çın öterdi. Şimdi çarşamba günleri orada tavuk pazarı kurulduğu için horoz sesleri ve ördek vakvakları duyulmaktadır.’ denilen Fatih Camii kimi gelenek icatlarına da sahne olmuştu.

Modern çağlar öncesinde üzerinde pek durulmayan olaylar, ‘Gelenek İcadı’ teorisinin de sahibi olan Eric Hobsbawm’ın tespitine göre, 1870-1914 arasında yoğun olarak görülmeye başlanmış, başta devletler olmak üzere kimi toplumsal gruplar tarafından da yeniden hatırlanır olmuştu. XIX. yüzyılın başlarından itibaren Sultan II. Mahmut’un doğum ve cülus (tahta çıkış) günlerinin kutlanması, Sultan II. Abdülhamit döneminde Söğüt’te Ertuğrul Gazi Türbesi’nde düzenlenen törenlerin dikkatleri çekmeye başladığı görülecek, Meşrutiyet yıllarına gelindiğinde ise yeni geleneklerden başka, yaşanan rejim değişikliğine uygun olarak ‘millet’ kavramı ile devlet-millet birlikteliğini ön plana çıkaran Fatih Türbesi gibi mekânlara odaklanıldığı fark edilecekti.
1909’da yapılan Meclis-i Mebusan oturumunda 23 Temmuz’un milli bayram ilan edilmesi ve parlamenter rejimi temsil etmesi yönüyle anlamlı olsa da yaşanan peşpeşe savaşlar nedeniyle sönük geçtiği görülüyordu. 1913, Balkan Savaşları’nın da etkisiyle ‘Silahlı Millet’ düşüncesinin benimsediği yıl oldu. Bu düşünce, Sultan II. Abdülhamit ve II. Meşrutiyet dönemlerinde hizmet verdiği Osmanlı Ordusu üzerinde oldukça etkili olan, Alman subay Von der Goltz’un sistemleştirdiği bir kavramdı ve ilerleyen sayfalarda bahsini edeceğimiz, İttihat ve Terakki Partisi tarafından Harbiye Nezareti bünyesinde kurulan Paramiliter Gençlik Kuruluşları da bu kapsamda tesis edilecekti. 1909’dan itibaren dar bir çevrede organize edilen Osmanlı Devleti’nin kuruluş yıldönümü etkinlikleri milletvekillerinin katıldığı Pera Palas otelinin salonundan çıkıp devlet destekli etkinliklere dönüşmesi için 1913 yılını beklemek gerekecekti. Balkan Savaşları sonrası yaşanan büyük kayıplar, Edirne’nin işgali ve Bulgarların Çatalca’ya kadar gelip başkenti tehdit etmesi, iktidarda bulunan İttihat ve Terakki’yi savunma noktasında ciddi tedbirler almaya sevk etmiş ve milleti ülke savunmasına dahil etme işini Müdafaa-i Milliye Cemiyeti gibi oluşumlarla sağlamaya çalışmıştı. 1914 yılı İstanbul’un fetih kutlamaları için 29 Mayıs yerine, Ayasofya’nın camiye çevrilerek ilk Cuma namazının kılındığı gün olan 30 Mayıs kabul edilmişti.
Meşrutiyet’in başlarında kurulan İstanbul Muhibleri Derneği’nin İdare Kurulu üyeliğinde bulunan Mehmed Ziya Bey’in aktardığına göre Fatih Sultan Mehmed ve İstanbul’un Fethi ile ilgili anma etkinlikleri yine onun girişimleriyle 1911 yılında başlamıştı. Şu anda bulunduğumuz Fatih Türbesi’nde yapılan bu törenler maalesef basının yeterince ilgisini çekmemişti. 1914 yılında dördüncüsü yapılan bu etkinliğin ilk üçünden farkı, her şeyden önce bir devlet organizasyonu olması yanında, geniş katılımı ve İstanbul dışında da kutlanması oldu. Hemen hemen tüm önde gelen okullar, Donanma ve Müdafaa-i Milliye Cemiyeti ile Türk Ocağı gibi Meşrutiyet dönemi kuruluşlarından başka ticaret ve ekonomi dünyası ve esnaf kuruluşlarından Müslüman Tüccar Cemiyeti, Arabacılar, Mavnacılar, Sandalcılar, Sütçüler, Kaldırımcılar, Hamallar, Dokumacılar, Rençberler Cemiyeti ve esnaflarının da katıldığı tören Ayasofya Camii’nde Cuma namazının ardından başlamış, yola çıkan alay Divanyolu üzerinden Fatih’e doğru ilerlerken, pencere ve çatıları dolduran İstanbulluların alkışları arasında Şehzadebaşı’na ulaştığında Darülfünun öğrencileri ile binlerce medrese talebesi de bu alaya dahil olmuştu. Fatih yolunda çiçeklerle süslenmiş kemerlerinizi altından geçen alay, Fatih’in at üzerinde İstanbul’a girişini gösteren tabloların önünden geçerek ulaştığı avlu, bizim şu anda tam da ortasında durduğumuz bu avluydu. Yeni geleneklerin icat edilmesi o dönemi işleyen yazarların da dikkatinden kaçmamış olacak ki yeni idadi üniformaları için Sahnenin Dışındakiler’in kahramanı Cemal, bakın neler söylüyor; ‘Ve yıkılışının arifesinde hâlâ kendisini eski Avrupa monarşileri gibi tanzim etmeğe, yeni gelenekler kurmağa çalışan Meşrutiyet İmparatorluğunun idadiler için kabul ettiği lâcivert, sarı düğmeli, çapraz yakalı üniformayı yeni giymiştim.’ diyerek tarif ettiği ne idadi ne de üniforma kalmadı bugüne fakat anne veya babasını kaybeden yetim ve öksüzlerin okuması için, Yusuf Ziya Paşa ve dört arkadaşının kurduğu Darüşşafaka, aynı isimdeki caddenin üzerinde olmasa da, 1863’ten bu yana yaşamaya devam ediyor. Paşa’nın adı bugün Fevzi Paşa Caddesine açılan sokaklardan birinde. Bilbaşar’ın romanı Bedoş’da bahsettiği Tetimme Medreselerinin yarısı Fevzi Paşa Caddesi’ne, diğer yarısı da farklı farklı okullara dönüşse de ismi hemen yanından geçen sokakta yaşamaya devam ediyor.
Şimdi, gelin, Fâtih Camii’nin avlusuna geri dönerek Edirnekapı’ya doğru giden iki yolun başına gelelim. ‘Vaktiyle avlunun müteaddit kapılarından ikisi bu caddelere açılırdı ki sağdakine Boyacılar Kapısı, soldakine Çörekçiler Kapısı denirdi’ diyor Tahir Bey.
Sokak adları bizlere çok şey anlatır. Hele bir de rehbersen, anlatacak konuya dair, tıpkı Fevzi Paşa Caddesine açılan Başimam, Başmüezzin ve Başhoca Sokaklarında olduğu gibi bizlere pek çok ipucu verir. Zamanın belki de en önemli ev eşyası olan Halıcılar Sokak gibi, yahut Konstantin dönemi şehir surunun geçtiği, adını o yönde bulunan medreseden alan Akdeniz Caddesi gibi. Ya da vefatından sonra tekkenin bahçesindeki defne ağacının kesilmemesini vasiyet ederek ima yoluyla da olsa kendisine türbe yapılmamasını isteyen Emir Buhari’ye adanan sokak gibi.

Buraya kadar gelmişken, aynı isimli camiinin haziresinde bulunan türbesinde yatan tanıdık bir simaya selam vermeden geçmemek gerek. Yirminci yüzyılın başlarında, Paşa’nın eşi tarafından Mimar Kemalettin’e inşa ettirilen mekanda yatan Kabaağaçlı Ahmet Cevad Paşa’dan bahsediyorum. Paşa, sizlerin Halikarnas Balıkçısı olarak tanıdığı, bizlerin Türkiye Rehberliğinin piri olarak bildiği Cevat Şakir Kabaağaçlı’nın amcası ve aynı zamanda isim babası idi. Günümüzde oldukça popüler ve kısmen kurgusal olan bir televizyon dizisinden de anlaşıldığı kadarıyla Paşa’nın erken vefatı genç Cevat Şakir’in hayatını olumsuz etkilemiş olsa gerek. Hayatının ilerleyen yıllarında Sabahattin Eyüpoğlu ve Azra Erhat gibi isimlerle birlikte Mavi Anadoluculuk akımını temsil eden isimlerden olarak karşımıza çıkan Cevat Şakir Kabaağaçlı 17 Nisan 1890 tarihinde dünyaya gelmişti. Mesleğin düzenlenmesine dair bilinen ilk düzenleme ile yaşıt olan Balıkçı’nın doğum günü 2020 yılından beri Türkiye Rehberler Bayramı olarak kutlanıyor.

Buraya verdiğimiz selamı takiben Farsça ve Arapça’dan Türkçe’ye çevirdiği iki eserle “Mütercim” ünvanı alan, üç dilde şiir yazacak kadar güçlü bir edip olan Mütercim Asım’ın adının yaşadığı sokağı ya da adı unutulmuşlara adanan Okumuş Adam Sokak’a şahit olup Haliç kıyısına inelim.
SONRAKİ YAZI