Abdullah Biraderler Cibali Karakolu

CUMHURİYET’E BEŞ KALA CİBALİ, AYAKAPI, FENER

Fâtih Camii’nin bulunduğu tepenin kuzey yamaçlarından aşağıya doğru yürüdüğümüzde, Haliç’in güney kıyısında, Cibali’yle başlayan sırada, Rumlarıyla meşhur Fener, Yahudileriyle tanınan Balat ve Türkleriyle bilinen Ayvansaray ile devam eden bir dizi semt karşılar bizi. İstanbul Sur’unun diğer kesimlerine göre, Roma Dönemi’nde girişi bir zincir ile korunan Haliç nedeniyle olsa gerek, daha zayıf inşa edildiği bu kıyıda bulunan kapılardan Cebe Ali (Cibâli) ve Aya Kapısı günümüze ulaşmış görünür. Muammer Karaca ve Refik Kordağ’ın Bir Düğün Gecesi adlı oyunun çevirisiyle ortaya çıkan Cibâli Karakolu adlı oyuna ilham olan bu semt Büyük Konstantin’in inşâ ettirdiği duvarın da bittiği yer olsa gerek. Burası, şehri koruyan duvarların bir asır sonra, V. yüzyılda, Ayvansaray’a kadar uzamasıyla birlikte şehir içinde kalsa da, daha az güneş alması ve engebeli olması nedeniyle, Osmanlı’nın başkenti olana kadar, yaşamak için çok da tercih edilmeyen bir kesimiydi. Fetihten sonra Ayasofya’dan taşınan Patrikhanenin, iki farklı yerden sonra, XVI. yüzyıldan itibaren günümüzde Fener olarak adlandırılan bu semtte faaliyetlerine devam etmesi, burayı özellikle Rum cemaati için bir çekim noktası kıldı. Osmanlı Sarayı’nın tercümanlarının yetiştiği bu semtte Kırmızı Okul, Yuvakimyon ve Maraşlı gibi bugün de binalarını gördüğümüz okullar açıldı. Meşrutiyet’in iadesi burada da büyük bir heyecan yaratmıştı zira imparatorluğun en büyük ikinci milletini temsil eden en yüksek otoritesi burada bulunmaktaydı.

1908’in Eylül ayında, Fener’i ilk ziyaret eden Sultan Abdülmecit’in torunu, Prens Sabahattin olmuştu. İstanbul’a babası Damat Mahmut Celalettin Paşa’nın kemikleriyle birlikte 2 Eylül’de gelen Prens, bundan bir hafta sonra, 8 Eylül’de Patrik Yuvakim’i ziyaret edecekti. Bu görüşmede Patrik, Fatih’in verdiği ayrıcalıkların devamını talep ediyor, Sabahattin Bey de yaptığı konuşmada kendisini sadece bir mezhebinin önderi olarak değil, medeniyet değerlerini bütün dünyaya tanıtmış ve hürriyet devrinde ülkesine -Osmanlı’yı kastederek- büyük hizmetler yapacak olan bir unsurun ruhani önderi olarak tanıdığını söylüyordu. Yarım saat kadar süren görüşmeden sonra Sabahattin Bey’in dışarı çıkarken ‘Yaşasın Osmanlı vatanı ve Rum milleti’ demesi üzerine orada hazır bulunanların ‘Yaşasın Sabahattin Bey’ diyerek karşılık verdiği görülücek, haliyle tüm bu yaşananlar, Sabahattin Bey’in siyasi bir oluşum içerisinde olduğuna dair bir dizi değerlendirmelere yol açacaktı.

Bir ay sonra, Yunanistan’dan Meşrutiyeti kutlamak ve Fener Patrikhanesi’ni ziyaret etmek üzere İstanbul’a gelen bir grup Yunanlı misafir, 1 Ekim günü Bâbıali’de Sadrazam Kamil Paşa’yı, ardından İkdam gazetesini ve Sultan V. Murat türbesini ziyaret ettikten sonra, ertesi gün, 2 Ekim’de, silah sesleri eşliğinde Cibali İskelesi’ne yanaşan vapuru, iskelede bekleyen Müslüman, Rum, Ermeni ve Musevi cemaatinden oluşan bir kalabalık ‘Yaşasın Türkiye! Yaşasın Yunanistan!’ tezahüratlarıyla karşılıyordu. Ellerinde Osmanlı ve Yunan bayrakları ile Fener’e yürürken binaların hemen hepsinin bayraklarla süslendiği gazetecilerin gözünden kaçmıyor, Rum okulu öğrencileriyse ellerinde Osmanlı ve Yunan bayraklarıyla Patrikhane’nin kapısı önünde gelecek misafirleri bekliyorlardı.

Ortam çok hassas, yaklaşan seçimlerden dolayı herkes çok gergindi. Saraçhane başlığında anlattığımız seçim sandıklarının gezdirilmesine benzer kutlamalar burada da yapılmıştı. Örneğin, 24 Kasım 1908’de Fener ve Cibali seçim sandıkları gösterişli bir alayla dolaştırılmış, alay Patrikhane önüne geldiği esnada verilen nutku Patrikhane görevlilerinden iki kişinin iyi niyetlerini ifade ettikleri bir konuşma izlemişti. Konuşmalarda, Müslümanlar ile Rumların arasını bozmak isteyenlere izin verilmeyeceğine dair güvence verildiği bu ortam fazla uzun sürmedi. Bir hafta sonra 30 Kasım’da, La Turquie gazetesinde yayınlanan söyleşide, Patrik’in meşrutiyetin ilânı konusunda temkinli olduğu, zira yeni idarenin Rum Kilisesi’nin var olan ayrıcalıklarına saygı gösterip göstermeyeceğinden emin olmadığı okunuyordu. Anlaşılacağı üzere Kilise, Osmanlı’nın eski sisteminden gelen ayrıcalıklardan vazgeçmek istemiyor, bunları sürdürecekleri bir eşitlik düzeni ümit ediyor görünüyordu. Rum milletinin haklarına bir zarar gelmediği takdirde meşrutiyete taraftar olan Patrik, bununla yetinmeyerek, beş asırdan beri Türklerin Hıristiyanlara karşı acımasız davrandıklarını ve son zamanda davranışlarının daha da sertleştiğini ekliyor, İttihad ve Terakki Cemiyeti’nin kimi üyelerinin, gizli yöntemlerle, kendi mutlak idarelerinin kurarak diğer milletleri de temsil etmek istemesi bunun bir işareti olduğunu söylediği röportajın devamında, Osmanlı vatandaşı olan Hıristiyanların Osmanlı kimliği altında birleşme düşüncesini bir kelime oyunu olarak gördüğünü söyleyerek ‘gerçekçi olmayan bir girişim’ olarak nitelendiriyordu.

Osmanlı Devleti’nde azınlık olmak bir yana dursun, imparatorluğun asli unsuru olan Müslüman reaya olmak dahi hiç kolay bir iş değildi. Tanzimat’tan itibaren yaratılmaya çalışılan eşit haklara sahip yurttaş bilinci üzerinde anlaşılması güç bir konuydu. Gayrimüslimler hem devlete hem de bağlı oldukları kurumlarına Müslümanlardan fazla vergi ödüyor fakat askerlik gibi konulara da uzak kalıyorlardı. Verilen kapitülasyonlardan yararlanması ise görece kolay olan bir vatandaşlık alınmasına bağlıydı. Öte yandan azınlıklar da kendini asli unsur olarak gören Müslümanların, eşitlik fikrinden hoşlanmadığını çok iyi biliyorlardı. Osmanlı’nın gittikçe kan kaybettiği yıllar kelimenin tam anlamıyla bir fırsat gibi görülmeye başlanıyordu.

İşte bu yıllarda dalga dalga tüm dünyaya yayılan milliyetçilik, Ortodoks olan Yunan, Bulgar, Sırp ve Arnavut gibi ulusların arasında da çekişmelere neden oldu. Rumeli havalisindeki bu uluslar, XIX. yüzyılın ortalarından itibaren kendi ulusal kimliklerini oluşturma çabası içine girmiş, nüfuz alanını kaybeden Rum Ortodoks Kilisesi etki alanını eski haline getirmeye çalışırken imkân bulduğu ölçüde ahaliyi helenleştirme yolunda adımlar atmaya çalışıyordu. Bundan da en çok Bulgarlar etkileniyordu. Olup biten tüm bunların farkında olan Osmanlı Devleti, Ortodoks unsurların arasında doğabilecek bir karışıklığa engel olmak amacıyla, Meşrutiyet’in üçüncü yılı olan 1910’da toplam 11 maddeden oluşan ‘Kiliseler Kanunu’nu Sultan V. Mehmet Reşat’ın onayı ile yürürlüğe soktu. Kilise ve okulların paylaşımının nüfusun yoğunluğuna göre belirlenmesi, eşit nüfus bulunan yerlerde halkın kilise veya okuldan birini tercih etmesi, yeni ibadethane ve okul yapımı için nakit desteğin sadede hükümet tarafından yapılması gibi başlıkların bulunduğu bu düzenlemeden hoşlanmayan Patrikhane, halk üzerindeki etkinliğini ve bu suretle Bulgarların kendilerine olan bağlılığının azalacağını düşünüyordu ki bu hiç de yanlış değildi. Bu çekişmeye en güzel örnek, şu an bulunduğumuz Fener semtinde bulunur. Patrikhane, sırf otorite mücadelesi nedeniyle Demir Kilise adıyla diye bilinen Bulgar kilisesi Sveti Stefan’ın çanlarını çalmasına müsaade etmiyordu.

Öte yandan Yunan İsyanı nedeniyle 1820’lerden bu yana sorumlu tutulan Patrikhane ister istemez, gönüllü ya da gönülsüz, bu oldukça siyasi olan işlerin ortasında kalacaktı. Örneğin Elefterios Venizelos’un başbakan olmasından önce, gizlice papaz kıyafeti giyerek Girit’ten İstanbul’a gelip, Fener’de bir Rum’un evinde kaldığı ve Patrikhane’ye yeni talimatlar verdiğini okuyoruz. Patrikler tarafından takınılan tutumlara bir başka örnek ise Patrik Yuvakim’in Avrupa devletlerinin dikkatini çekmek amacıyla, Balkan Savaşları gibi zor bir zamanda, Le Figaro Gazetesi’nin İstanbul muhabirine verdiği demeç şöyleydi;

‘Ben çaresiz bir ruhbandan başka bir şey değilim. Esir bir koyun sürüsünün zavallı çobanıyım. Cismanî hiçbir iktidarım yoktur. Canım ve makamım tehlike altındadır. Irkdaş ve mezhepdaşlarım korku içindedirler. Benden öncekilerin neler çektiklerini bütün dünya biliyor. Ancak bütün bunlara rağmen ümitli olmalıyız. Seleflerimizin mezara yaklaşırken yaptıkları nasihatler, dinîmizin tebliğine aitti. Ben gelecekten eminim. Ben bir fikir ve gayeyi temsil ediyorum. İşte maddî aczime rağmen, bana kuvvet veren bu fikirdir. Bu fikir de er geç bize yapılan zulme rağmen gerçekleşecektir. Bu fikre hiçbir şey karşı gelemez. Bu fikir bir ışıktır. Ölmeden önce bu ışığın aydınlığını ve fikirlerimizin gerçekleştiğini görürsem kendimi bahtiyar hissedeceğim.’

Sadece Venizelos’un değil, dönem Yunanistan’ında da çok sıcak bakılan ‘Büyük Ülkü’ hiç olmadığı kadar mümkün görünüyordu. Buna ulaşmak için Yunanistan’dan gönderilen subayların yanı sıra yüzyıllardır bir Türk kurumu olarak varlığını sürdüren ve yerli Ortodokslar üzerinde ciddi bir etkisi olan Patrikhane ile taşra metropolitlikleri ve diğer ruhani liderler Venizelos’un siyasi amaçlarının etrafında toplamaya başlar. II. Meşrutiyet’in akabinde faaliyetlerini artırmış olan Patrikhane’ye birleşme teklif edilir. Önce mesafeli yaklaşılan bu teklif Patrikhane bu teklif karşısında biraz ihtiyatlı davransa da, az önce yukarıda söylediğimiz üzere, Venizelos’un 1910 yılında papaz kıyafetiyle gizlice İstanbul’a gelmesinden sonra bu durum değişmeye başladı.

Önce Karamanlı Patrik V. Germanos’un (1913-1918) düşmesi sağlandı. Yerine Yunanistan yanlısı politikaları ile tanınan Mavri Mira’nın da kurucularından olan Dorotheos Mammelis Patrik vekili seçilmesinin hemen sonrasında, tam da Venizelos’un hedeflerine uygun bir biçimde, hem Yunanistan ile gerekli iş birliğini yaptı hem de yürürlükte olan Osmanlı kanunlarına aykırı olarak yabancı kurum ve kiliseyle ilişki kurdu. Bu süreç İstanbul’un işgal edilmesinden sonra bambaşka boyutlara ulaşacaktı. İşgalin ikinci yılının Temmuz ayında, Patrikhane kapısının üzerine çift başlı kartal figürlü ‘Bizans bayrağı’nı asılması ve bir süre sonra Patrikhane’nin cemaatine kendi pasaportunu dağıtması devletleşme yolunda büyük bir aşama olarak görülüyordu. Patrik Dorotheos 14 Şubat 1920’de Lloyd George’a gönderdiği bir mektupta İstanbul’un Rumlar için ne denli önemli olduğundan bahisle şunları yazıyordu;

“…İstanbul hiçbir vakit ne kültür ne de nüfus olarak Türk olmamıştır. Müslümanlar için değil, fakat Yunanlılar için mukaddes bir şehirdir. Kuvvetlerin, Türkleri İstanbul’dan atmaması, bir zaaf telakki edilecektir. Halbuki İstanbul Yunanistan’a kuvvetli bir bağla bağlanmazsa Yunanlıların arzuları hiçbir vakit yerine getirilememiş olacaktır. Bütün bu sebeplerden, İstanbul Anavatanla birleştirilmelidir. Bunu; boğazların milletlerarası olması şartıyla, en iyi bir çözüm yolu olarak teklif ediyoruz. Biz İstanbul’a self determinasyon ve kuvvetlerin menfaatini garanti ediyoruz. Artık yeniden dünyaya gelen Yunanistan, Türk mayasına tahammül edemez. İstanbul’dan Türk Hükümeti ve Türk Sultanı atılmalıdır.”

Olan bitenden gayet memnun olan Patrikhane, Venizelos’a yardımları ve mücadelesinden dolayı duyduğu minneti göstermek amacıyla hediye edilecek tacın almaya karar verilir. Gerekli paranın temini için yardım toplanması kararlaştırıldı. Bundan başka Ayasofya’nın tekrar kilise olduğu gün üzerine asılacak olan bayrak da burada, sırası geleceği günü beklemekteydi ve bütün bu konuşulanlar Türklerin kulağına da ulaşıyordu. Biz, şimdi gelin Patrikhane bahsine, ileride müteaddit defalar bahsetmek üzere, bir nokta koyup geldiğimiz yere, tepenin üzerine geri dönelim. O yokuşlar nasıl yokuşlardır. Muhtemelen nefessiz kaldınız. Araçların çıkışını izlemenin bile anksiyete duygusu yaratmaya yettiği bu engebenin bittiği yerde, Fevzipaşa Caddesi’ne dönelim ve batı yönünde biraz daha yürüyüp, antik kentin bittiği kapıda nefeslenip, gezimize devam edelim.

Edirne yolu üzerinde olması hasebiyle bu ismi alan Edirnekapı’nın kara surlarının en önemli kapılarından biri olduğu söylemek yanlış olmaz. Kapı kulelerinin önündeki duvarın üç metre kalınlığa ulaştığı burasının Roma dönemindeki diğer adı ‘Myriandron’ yani ‘Mezarlık Kapısı’ olup, şehrin Altın Kapı’dan sonra en önemli kapısıydı. Günümüz Ayasofya’sını yaptıran Justinianos ve V. Leon bu kapıdan sefere çıkmışlardı. Osmanlı döneminde gördüğü gümrük kapısı fonksiyonundan ve Rumeli’den getirilen esnafların iskân edildiğinden bahsedilen bu semt, az sonra meşrutiyet yıllarına ait detaylarını paylaşacağımız ‘Taklid-i Seyf’ törenleri sonrası padişahların uzun alaylar eşliğinde, bir Fatih misali, şehre girdiği sahnelere şahit olmuştu.Bu kapı aynı zamanda tablolara işlenen neredeyse tek kapıdır. Fatih’in İstanbul’a giriş sahnesini resmeden tablolarda gördüğümüz kapı Edirnekapı olsa gerektir. Bugün, Fatih’in hangi kapıdan İstanbula girdiği tartışmalı olsa da, XIX. yüzyılda resmedilen eserlerde, Fatih’in Ayasofya’da kılınacak ilk Cuma namazına gitmek için geçtiği, eski adı ‘Kharisios’ olan kapının burası olması muhtemeldir. Çünkü günümüze ulaşmayan Topkapı’nın, Şahi Topu’nun atışları sonucu yerle yeksan olduğu biliniyor. Böylesine törensel bir giriş yaşadıysa bile bunun yaşandığı yerin Edirnekapı olması akla daha yatkın. Öte yandan, bu konuyu işleyen ressamların tablolarında kendilerine de yer vermeleri hoş bir detay olarak karşımıza çıkar. Bu konuları işleyen tabloları yapan bir başka ressam ise meşrutiyet yıllarından 1913’te, Balkan Savaşları esnasında Edirne’de şehit olan Hasan Rıza’dır. ‘Zonaro’nun tabloları tuval üzerine yağlıboya, Hasan Rıza’nınkiler ise çoğunlukla kâğıt üzerine tarama kalemiyle yapılmış resimlerdir.’ diyen Ömer Faruk Şerifoğlu, bu iki ressamdan hangisinin hangisini etkilediği konusunda kararsızdır zira Hasan Rıza’nın atölyesinden geriye, maalesef, bir şey kalmaması ipucu olabilecek çizimlerin de günümüze ulaşmamasına neden olmuş görünmektedir.

Meşrutiyet yıllarının değerli sîmâlarından olarak andığımız İhtifalci Mehmed Ziya Bey’in üzerine bir rehber kitap kaleme aldığı Kariye de bu semtte bulunur. Bu yapının az ötesinde, günümüzde Çini Müzesi olarak hizmet veren, bir zamanlar imparatorların dünyaya geldiği ‘Mor Oda’nın içinde bulunduğu Tekfur Sarayı ise işgal günlerini anlatan gazete sayfalarında karşımıza çıkar. The Orient News isimli gazetenin 1920 yılına ait bir haberinde, İstanbul Hükümeti’nin para temin etmek amacıyla Ayvansaray’daki Tekfur Sarayı’nın taşlarını sattığını öne sürmektedir. Tekfur Sarayı’ndan aşağıya doğru yapacağımız kısa bir yürüyüş, az önce yukarıda anlattığımız Balat, Fener ve Cibali hattına ulaştırır. Burada muhtemelen 2024 yılı itibariyle seferlerine başlamış olan Alibeyköy tramvayını göreceksiniz. Yüzyıldan fazladır planlanan hat birkaç yıl önce işler halde. Ayaklarınız temiz kalsın isterseniz buradan tramvayla Eyüp Sultan’a geçebilir yahut ‘Yok, çamura batalım önemli değil, ama Herakles ve Leon surunu eskiler nasıl görüyordu öyle görüp gidelim’ derseniz Eğrikapı’dan çıkıp sağdaki çayırlıktan aşağı yürüyebilirsiniz.

SONRAKİ YAZI

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz