Şimdi mekâna geri dönelim ve önce nerede olduğumuzu anlayarak gezimize başlayalım. Gelin ilk adımı yine konumuz olan dönemde kullanılan tabir ve tariflerle atalım. Bu kavramlardan ilki ‘Nefs-i İstanbul’. Kubbealtı Lugat’ın anlamlarından birisini ‘Bir kimsenin kendi öz varlığı, öz benliği, kişiliği’ olarak tanımladığı ‘nefs’ kelimesini Nişanyan sözlüğü ‘ruh, benlik, can, kişi’ kelimeleriyle açıklıyor. Haliyle ‘nefs’ isminin ‘İstanbul’ ile birleşmesinden oluşan bu isim tamlaması da ‘İstanbul’un özü, benliği’ anlamına gelmekte.

Geçmişte Konstantiniyye’nin, bugün Fatih Belediyesi’nin sınırlarını çizen sur çizgisinin içinde kalan yedi tepenin üstünde kurulu bu beldenin neredeyse dünyada dilleri adedince ismi çıkar karşımıza zira bu kentin dünyaca kabul görmüş gerek maddi gerekse mânevi boyutlarda hatırı sayılır değeri bulunur. Ondandır ki tarih boyunca daima arzu edilmiş, sahibinden kıskanılmış bir şehir oldu burası. Öyle bir yer ki tarih boyunca Karadeniz’in gümüş, altın ve bakır yönünden zengin kıyılarına yol alan gemilerin, Adalar Denizi’nden (Ege Denizi) sonra Çanakkale Boğazı’nı geçerek ulaşmak zorunda oldukları Karadeniz’e çıkış yeriydi burası. Gelin bizler de öyle hayal edelim; Gelibolu’dan kuzeydoğu yönünde ilerleyip iki yarımadanın dudak dudağa geldiği Boğaziçi’nin güney yönünden girişi olan Sarayburnu açıklarına gelelim. Sol tarafımızda Avrupa’nın başlangıcı olan Çatalca Yarımadası, sağımızdaysa Asya’nın başlangıcı kabul ettiğimiz Kocaeli Yarımadası karşılasın bizi. Sol tarafa ‘İstanbul’ diyelim, sağa da ‘Karşı’. Bilindiği kadarıyla bölgedeki ilk şehir yerleşimi karşıda ortaya çıktı. Burası, Demir Çağı’nın sonlarına doğru talebi artan bakır madeni yönünden zengin olan Asya yakasında, milat denilen yıldan yedi yüz yıl kadar önce kurulan, günümüzün Kadıköyüdür.

Sarayburnu’ndan bu sefer sola doğru batıya bakalım ve Çatalca Yarımadası’nı görelim. Bu yarımadanın en güneyinde üçgen şeklinde bir yarımada daha bulunur ki varlığını, karanın içine doğru yaklaşık altı kilometre giren, kuşbakışı bir boynuzu andırdığı için eskilerin ‘Altın Boynuz’ dediği Haliç’e borçludur. Haliç ile Marmara Denizi arasında kalan bu üçgen şeklindeki yarımada az önce bahsini ettiğimiz ‘Nefsi istanbul’a ev sahipliği eder. Burası ne maden ne de su yönünden zengin değildir belki fakat Karadeniz yönünden gelirken Boğaz’ın Avrupa kıyılarına yakın yüzerek ilerleyen hemen hemen tüm balık sürülerinin içine girmek durumunda kaldığı Haliç, apayrı bir zenginlik getirir. Dünyanın balık tutmak için en iyi on yerinden birisi olarak anlattığımız yer işte Haliç’in girişinde bulunan Galata Köprüsü’dür. Burada, Venedik’teki gibi yüzlerce kanal yoktur belki fakat bölgeye hakim olan poyraz rüzgarına karşı dizilen Galata ve Okmeydanı sırtları sayesinde güvenli bir doğal liman hediye eder Argos gibi gemilere.

Buradaki ilk şehir, işte bu iki tarafı suyla çevrili üçgen şeklindeki yarımadanın en ucundaki ilk tepesine kurulmuş derler. Roma ile yaşıt olan ilk şehir sekiz asır sonra, Cağaloğlu Kız Lisesi’nin altında görünen ve muhtemelen Septimus Severus dönemine ait olduğu düşünülen yere kadar uzanıyordu. Büyük Konstantin döneminde Roma İmparatorluğu’nun başkenti olmasıyla Cerrahpaşa Esekapı’dan Kızılelma – Akdeniz ve Haliç caddeleri istikametini takip ederek Cibali’ye kadar genişleyen yerleşim, yaklaşık bir asır sonra bugünkü sınırına yani Ayvansaray-Yedikule çizgisine ulaştı. Beşinci yüzyılda tamamlanan haliyle yirmi kilometreden fazla uzunluğa sahip olan bu surun içine ‘Konstantiniyye’ isminden başka onlarca isim daha verildiğinden bahsetmiştik. Kimi açık kaynaklar modern anlamda bir şehir yönetim modelinin Kırım Savaşı esnasında müttefikimiz olan İngiltere ve Fransa’nın telkinleriyle gündeme geldiğini yazıyor. 1854’te hazırlanan nizamnamede bahsini ettiğimiz Suriçi’nde kalan kısma ‘Dersaadet’ ismi veriliyordu. Kubbealtı farsça ‘kapı’ anlamına gelen ‘der’ kelimesinin ön ek olarak kullanılması halinde ‘içinde’ anlamını verdiğini yazıyor. Aynı sözlük ‘saadet’ kelimesini ‘esenlik, mutluluk’ olarak da açıklıyor. Bu birleşiminden çıkan sonuç ‘içinde esenlik ve mutluluk bulunan [yer’in] kapısı’ gibi çok anlamlı bir mânâ çıkıyor ortaya. Şehrin bu ismi, okuduğunuz bu çalışma içinde yahut yaptığımız alıntılarda sıkça karşımıza çıkacak.

Aynı nizamnamede, belki daha da eskiden, sur dışında kalan kesimde bulunan üç mevkiye üç belde anlamına gelen ‘Bilâd-ı Selâse’ denirdi. Arapça ‘şehir, memleket, diyar’ anlamına gelen ‘Beled’ kelimesinin (‘Belde’ ve belediye kelimeleri de aynı köktendir) çoğulu olan ‘Bilâd’, ‘üç’ anlamına gelen ‘selase’ ile birleşerek, başta Eyüp, ardından Galata ve nihayet Anadolu yakasında Üsküdar’a karşılık geldiği görülür. Tam da bu noktada Üsküdar’ın bir dönem Kastamonu vilayetine bağlı olması gibi bugün bize ilginç gelen uygulamaların akla gelmesi doğaldır.

Sonraki yazı: İstanbul Ahalisi, Mahallesi ve Seçimleri.

2 YORUMLAR

  1. Kalemine, yüreğine sağlık. Tek solukta okunan, az bilenen ve hatta daha önce duymadıklarımı da öğreten bir yazı olmuş. Yazıların devamını büyük bir merakla beklerken, kalemin keskin olsun diyorum. Çokça sevgi ve saygılarımla…

Yoruma kapalı.