Bugünkü İstanbul’un ne burasıdır diyebileceğimiz bir başı var ne de şurası denebilecek bir sonu. Uçsuz bucaksız tepelerinde, sonu gelmeyen bir yapılar denizi misali çoğu üst üste yığılmış, kimi dip dibe yapışmış binaların arasından yağan yağmur toprakla buluşmuyor artık. Varsa az da olsa ferahlık veren bir yeşillik etrafımızda kendimizi şanslı kabul edip mutlu oluruz hemen.

Geçmişteki insanların yağmurda ıslanan toprağın kokusunu özlemek gibi bir derdi olmasa gerek. Kesin olan, ilerleyen satırlarda da okuyacağınız üzere,Meşrutiyet İstanbulu’nun bugün anlamakta zorlanacağımız sorunlarının olduğunu söylemek doğru olur. Toz.. toprak.. yangın.. türlü börtü böcek ve de sinekten kurtulduk evet, evimizin en temel ihtiyacı olan su için çeşmelere gitmiyor, sakaların yolunu gözlemiyor, zamanı öğrenmek için cami duvarına kazınmış güneş saatlerine bakmıyor, ne okunacak ezanı ne de çalacak çanı bekliyoruz artık.

Tam da ‘zaman’ demişken insanın aklına Ahmet Hamdi Tanpınar’ın o eşsiz romanı ‘Saatleri Ayarlama Enstitüsü’ gelse gerek. Eski zaman anlayışından yenisine geçerken yaşananları yer yer psikanalitik yaklaşımla ele alırken, önce ‘mutlaki’ sonra ‘meşruti’ olan monarşiden cumhuriyete geçişi kendi benzersiz diliyle anlatıyor Tanpınar. Öyle güzel anlatıyor ki, okuyucunun alıp kitabı eline, sokak sokak bahsini ettiği yerleri arayıp bulası geliyor. Geliyor gelmesine lâkin artık ne o maddeden eser kaldı ne de mânâdan bir haber. Örneğin, Tanpınar’ın evinin üzerinden Haşim İşcan köprüsü geçiyor. Adı şehremaneti kayıtlarında kalan onlarca Mimar Sinan eseri yol, her biri bir heykel inceliğiyle işlenmiş mezar taşları müzelik oldu mesela.

Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e geçen İstanbul’u anlatmaya cüret etmek cesaret de istiyor. Cesaret isteyen bir başka konu da öğrenmenin getireceği rahatsızlık duygusu sanırım. Farkına varmadan yitip giden zaman ile ona eşlik eden mekânın anlatıcısı olan olan biz rehberlerin öğreneceklerinden daha çok etkileneceği de mukadder. Bu noktada, yazar sizlerden şehrin kimi artık varolmayan binalarının maddi varlığının ötesinde, ifade ettiği değeri kavramaya çalışmanızı ister. Bahsi geçen yıllardaki atmosfere bakıp ulaştığımız bugünün değerini fark etmenizi diler.

Nefs-i İstanbul başlığına geçmeden bu bahsi (konu), ‘fark etmek’ ve ‘yürümek’ eylemlerine dair birer söz ile kapatalım; ‘Fark, fark etmekle başlar ancak her farkediş bir fark edenin (fail) bir şeyi (mef’ul) fark edişidir’ diyerek bir 14. yüzyıl düşünürüne referansla bitiriyor bir usta; ‘Yani ayık olmak gerek; ‘Ayık olan dik durur; dik duran yürür; yürüyen yol alır.’

Şimdi, miktarına kendinizin karar vereceği zamanınız, yürümeye dermanınız ve öğrenmeye cesaretiniz varsa eğer ‘Nefs-i İstanbul’u bir ‘hu’ ile selamlayarak başlayalım vesselam.

SONRAKİ YAZI: ÖNCE MAHALLEYİ TANIYALIM