Eski İstanbul, Türkler başta olmak üzere diğer Müslüman unsurların da beraber oturdukları Beyazıt, Aksaray, Unkapanı, Fatih, Şehremini, Eyüp ve Kasımpaşa semtlerinden oluşuyordu. Yahudilerin çoğunlukta karşı kıyıdaki Hasköy’de ve Suriçi’nde Balat’ta yerleştikleri görülüyordu. Rumlar, Pera’da ve Rum Patrikhanesi’nin bulunduğu Fener’de yaşarken Samatya ve Kumkapı hatırı sayılır Ermeni semtleriydi. Yahudilerin başhahamlık binası Sirkeci, Ermeni Patrikhanesi hâlâ Kumkapı’da. Eski İstanbul’un karşısında, Haliç’in diğer yanındaki Pera, İstanbul’un iş merkeziydi öyle ki Crédit Lyonnais, Osmanlı Bankası ve Selânik Bankası gibi yabancı bankaların şubeleri Pera’da bulunurdu. Şehrin geri kalanından bam başka bir dünya olan burası, adeta bir Avrupa şehriydi. Haliyle elçilikler, diplomatlar, yabancı iş adamları, azınlıkların zengin aileleri ve levantenlerin aksine Boğaz’da, Avrupa ve Asya kıyılarına dizilmiş, kimi inci gibi dizilmiş kimi aşı kırmızısı yalılar, hanedan sarayları ve yabancı elçiliklerin yazlık konutları sıralanıyordu.
1855 yılında yürürlüğe giren nizamnameyle mahalle düzenlemesinde de köklü değişiklikler yapıldığına şahit olunur. Yeni sistemde sur içinde mevcut nahiyelerin sayısı azalarak belediye dairesi kimliğine bürünür. 1868 yılında yürürlüğe giren Dersaadet İdare-i Belediye Nizamnâmesi İstanbul’u Ayasofya, Aksaray, Fatih, Eyüp, Kasımpaşa, Beyoğlu, Beşiktaş, Mirgun(Emirgan), Büyükdere, Beykoz, Beylerbeyi, Üsküdar, Kadıköy ve Adalar olarak on dört belediyeye ayrılır. Bu rehberin kapsamını oluşturan yıllara gelene kadar 1871 ve 1878 yıllarında da dönemin ihtiyaçlarına göre düzenlemeler yapıldığı dikkatlerden kaçmaz. Örneğin, konumuz olan 1908 sonrası düzenlemeleri Atatürk Kitaplığı’nda henüz tasnif edilmemiş matbu bir listeden elde eden Canatar, Suriçi İstanbul’unda 298, tüm İstanbul’da 524 mahalle bulunduğunu aktarıyor. Balkan Savaşları ile Birinci Dünya Savaşı’nın arasında bulunan 1913 yılında, İttihat ve Terakki Partisi’nin tek parti rejimi altında yönetilen İstanbul’da şubeler ve bağlı olan mahalle sayıları Beyazıt’ta 131, Fatih’te 215, Beyoğlu’nda 111, Yeniköy’de 30, Anadoluhisarı’nda 24, Üsküdar’da 37, Kadıköy’de 11, Adalar’da 11 ve son olarak Makriköy’de (Bakırköy) 8 olarak kaydedildiğini görüyoruz. İstanbul’un işgal altında olduğu 1922 yılına ait bir belgede İstanbul, Üsküdar ve Beyoğlu olmak üzere mutasarrıf eliyle idare edilen üç livadan oluştuğu görülür. 1922 tarihli bir başka belgeye göre ise İstanbul merkezinde 19 şubede 353, Üsküdar’da 8 şubede 67 ve Beyoğlu’nda 15 şubede toplam 145 mahalle bulunmaktaydı. İşgal dönemine ilişkin yazılan en temel eserlerden birinin sahibi olan Criss, 1920 yılında İstanbul’da 560.434 Müslüman, 384.689 Rum, 118.000 Ermeni ve 44.765 Yahudi olmak üzere 1.200.000 nüfus bulunduğunu söyleyen bir kaynakta azınlık sayılarını sinagoglardan ve kiliselerden elde ettiğini müslüman nüfusun sayısının ise, 1900’de yapılan son resmi nüfus sayımının projeksiyonu sonucu elde edildiğini düşünür.
Kısaca Mesrutiyet yıllarından önce neler yaşandığını hatırlamak yerinde olur. Fransız Devrimi’nin etkileri, Sultan Selim döneminde başlanan ve nihayetinde Cumhuriyet’e uzanan Nizâm-ı Cedîd reformları ile kendisini göstermişti. Ciddi bir direnişle karşılaşan iktidar çareyi Yeniçeri Ocağını tamamen ortadan kaldırmakta bulacaktı. 1839’da Tanzimat, 1856’da Islahat Fermanları ile Cumhuriyet’e giden sürecin adımları atılıyor, öte yandan Tanzimat ile gelen düzenlemeler karşıt kutbunu da yaratıyordu. Durumdan hoşnut olmayanların karıştığı 1859 Kuleli Vakası bunun bir örneği olarak akla gelir. Bir de üçüncü denebilecek bir yol, Âli ve Fuat Paşaların izlediği çizgiye denk geleni vardı ki buna göre istenen reformlar için henüz erkendi. Bunun için öğrenime, eğitim için de zamana ihtiyaç vardı.
Döneme ismini veren Tanzimatçılar ile yine dönemin etkin düşünürleri Montesquieu ve Rousseau gibi isimlerin kavram dünyasını belirlediği Fransız Devrimi kazanımlarını benimseyen bir ekip, 1860’lı yıllarda Yeni Osmanlılar adıyla kendini göstermeye başlamıştı. Tanzimat reformlarının yetersizliği düşüncesinde ittifak etmiş devlet adamlarından oluşan isimler, tarihimizin ilk anayasasını hazırlayarak, 23 Aralık 1876 tarihinde başlayan parlamenter sistemin de kurucuları olacaktı. Dönemin sembol isimlerinden Midhat Paşa’nın, kimine göre yaptığı yanlış hesaptan kimine göre haddinden fazla sahip olduğu özgüvenden dolayı büyük bir yenilgi ile biten 93 Harbi sonrasında yaşanan büyük kayıplar 13 Şubat 1878’de, bir yıl bir ay süren çiçeği burnunda anayasal rejim askıya alınmasına neden olan süreci başlattı. Ustaca yönetilen kontrol ve istihbarat faaliyetleri ile 1897 yılında kazanılan Yunan Savaşı’nın getirdiği olumlu hava rejimin elini güçlendirmiş görünse de muhalif hareket kısa sürede toparlanacaktı zira “Hürriyet, Musavat(Eşitlik), Uhuvvet(Kardeşlik)” kelimelerine kardeş gelen “Adalet” düşünceleri Sultan II. Abdülhamit iktidarı boyunca gündemden düşmüş gibi görünse de gerçekler oldukça farklıydı.
İleride karşımıza ilk Meclis-i Mebusan başkanı olarak çıkacak Ahmet Rıza 1889’dan beri Paris’te, Hoca Kadri Kahire’de ve Abdullah Cevdet ise Cenevre’de muhalefete devam etmekteydi. İttihad-ı Osmanî Cemiyeti’nin, 3 Haziran 1889 tarihinde İstanbul’da İbrahim Temo, İshak Sükûtî, Abdullah Cevdet ve Mehmet Reşit adlarında dört Askerî Tıbbiye öğrencisi eliyle kurulduğu biliniyor. 1895 yılında Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti adını alan hareket mensupları Kanun-i Esasi’sinin yeniden yürürlüğe konması ve Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nın yeniden açılması konularında aynı düşünceleri paylaşıyorlardı. Başlangıçta Osmanlı milliyetçiliği çizgisinde, ‘unsurların birliği’ idealini benimseyen hareket ilerleyen yıllarda Türk milliyetçiliğine dönüşen ittihatçılığa evrilecekti. 1895’de yaşanan Ermeni olayları sonrası alınan jurnallerle soruşturulan örgüt mensuplarının bir kısmı Trablusgarp ve Fizan’a sürülürken bir kısmı da yurt dışına kaçmıştı. Bir süre sonra, 4 Şubat 1902’de Paris’te başlayan, başkanlığını Prens Sabahattin’in yaptığı Birinci Genç Türkler Kongresi, diğer adıyla Osmanlı Hürriyetperveran Kongresi için bir dönüm noktası demek yerinde olur zira Ermeni örgütlerinin yanı sıra Arap, Rum, Kürt, Çerkez, Arnavut ve Musevi üyelerin de katıldığı bu kongre sonucunda dış müdahale olmadan arzu edilen reformları gerçekleştirmenin mümkün olmadığı konusunda anlaşıldığı görülecekti.
Tam da bu yıllarda, 1902’de Mustafa Kemal önce teğmen karşılığında Mülazım-ı Sâni, ertesi yıl da üsteğmen karşılığında Mülazım-ı Evvel rütbesini alıyordu. Sirkeci’deki bir evde arkadaşları ile beraber kalırken gözaltına alınması üzerine Bekirağa Bölüğü’nde iki ay kadar kalmış ve Yıldız Sarayı’nda sorgulanmıştı. Şansı yaver giden Kolağası Mustafa Kemal Şam’daki V. Ordu’ya tayin edilmesi üzerine “biz bu çöle gider ve orada yeni bir devlet kurarız” dediği günler yaşanmaktaydı. Aynı yılın 21 Temmuz’unda Yıldız Suikasti yaşanır. Ekim’de Japonya ile girilen savaşın doğal bir sonucu olarak Rusya’daki mutlak rejim çöker ve meşrutiyet ilan edilir. Ertesi yıl, 1906’da Şam’da kurulan Vatan ve Hürriyet Cemiyeti Selânik, Yafa, Kudüs ve Beyrut’ta örgütlenirken Ağustos ayında İran’da meşrutiyetin ilan edildiğine şahit olunur. 1907 yılına gelindiğinde İttihat ve Terakki Cemiyeti ile Osmanlı Hürriyetperveran Cemiyeti Selânik’te birleşecek ve Aralık ayındaki II. Jön Türk Kongresinde ihtilalci araçları kabul edecekti. Kolağası Mustafa Kemal’in Üsküp-Selânik arasındaki demiryolu müfettişliğine geldiği esnada yapıldığı duyulan Reval Görüşmeleri gündeme bomba gibi düşüyor, Rusya’ya, Balkanlar ve Boğazlar çevresinde tam kontrol, İngiltere’ye ise denizaşırı sömürgelerini güvence altına alma fırsatı sunan bu süreç ile İran ve Afganistan sınırları yeniden belirleniyordu. Makedonya’da ıslahat yapılması kararlaştırılıyor, Mısır, Güney Sudan ve Irak İngiltere’ye bırakılıyordu. Tüm bu olan bitenler ise Jön Türkler’in popülerliği artıyor ve Osmanlı ile Almanya’nın yakınlaşmasına neden oluyordu. 3 Temmuz 1908’de Resneli Niyazi’nin peşinde iki yüz asker ve bir o kadar sivil dağa çıktılar. Firzovik demiryolu inşaatından rahatsız onbinlerce kişinin toplanması, Üsküp Kalkandelen, Gostivar, Mitroviçe, Priştine ve Yeni Pazar’dan gelen yüzseksen imzalı telgrafı izleyen onlarca telgraf üzerine Sadrazâm Avlonyalı Ferit azledilir ve yerine Sait Paşa getirilir. Ertesi gün 22 Temmuz’da Müşir Tatar Osman Paşa Resneli Niyazi tarafından kaçırılsa da ertesi gün dağdan inilir ve paşa serbest kalır. Ay sonunda Tophane Müşiri Zeki Paşa görevinden alınır. Artık olaylar çorap söküğü gibi birbirini izleyecektir. Restorasyon denilen bu dönemde İttihat ve Terakki Fırkası ile liberal görüşlü Ahrar Fırkası öne çıkar. Ekim ayı başında Bulgaristan’ın bağımsızlığını ilan etmesi gündemde bomba etkisi yaratır. Birazdan da değineceğimiz üzere yaşanan seçimler sonrası 17 Aralık 1908’de, Dârülfünun binasında yeni Meclis Ahmet Rıza Bey başkanlığında yasama yılına başlayacaktı. Biz de bu çalışmada esasen bu noktadan Cumhuriyet’in ilanına kadar geçen süreyi konu alacağız.
Arapça şart kökünden türetilen bir kavram olan meşrutiyet, Osmanlı siyasi yazınında “anayasalı ve meclisli saltanat-hilâfet rejimi” karşılığında kullanılıyor ve üzerine yapılan tartışmalar yüzyıl başına kadar uzanıyordu. Dünyanın en erken örneklerinden biri olmasının yanında en kısa ömürlü parlamentosu olarak da hatırlanan bu meclis, 23 Aralık 1876’da yürürlüğe giren Kānûn-ı Esâsî (Anayasa) gereği Meclis-i Umûmî (Genel Meclis) ve Meclis-i Âyân (ileri gelenler, eşraf meclisi) adında iki meclisten oluşuyor, bunlardan Meclis-i Umumi olanının üyeleri halkın erkekleri tarafından seçilirken Meclis-i Âyân’ın üyeleri padişah tarafından atanıyordu. En kısa ömürlü parlamento denmesinin nedeni Anayasa’nın ilân edildiği 23 Aralık 1876’dan geçici olarak, konumuz olan yılların başlangıcı olan 1908 yılına değin tatil edildiği 13 Şubat 1878 tarihine kadar sadece on dört ay yaşaması olsa gerek. Bu durum, dünyanın en kısa ve en eski ikinci metrosunun bizde oluşuyla manidar bir benzerlik de gösteriyor.İkinci Meşrutiyet esasen birincisinin iadesi oldugundan birbirinden ayırmak çok mümkün olmayacak ve ilerleyen sayfalarda bu ilk dönemin önde gelen isimleriyle de tanışacağız. Geçici olarak otuz yıla yakın kapatılan meclis yeniden açılmasıyla askıya alınan anayasanın yeniden yürürlüğe girdiğine değinmiştik. 23-24 Temmuz 1908’de başlayan iade sürecinin başlangıç tarihi de tartışmalıdır zîra nereden bakıldığında göre değişmektedir. Üstelik söz konusu olan Meşrutiyet Dönemi’nin ne zaman bittiği konusu da tartışmalıdır. Bu tarihi Mondros Mütarekesi’nin imzalandığı 1918 Ekim’i gösterenler bulunduğu gibi, 20 Ocak 1921 tarihli Teşkîlât-ı Esâsiyye Kanunu’nun yürürlüğe girişini yahut saltanatın kaldırıldığı 1922 Kasım’ında bittiğini düşünenlere de rastlanır. Bu kitabın yazarı ise söz konusu dönemin bitişini Meclis’in tasfiye edildiği 11 Nisan 1920 olarak kabul etmenin doğru olacağını düşünüyor. Madem Meşrutiyet meclis demek o halde 11 Nisan 1920 İkinci Meşrutiyet’in sonu kabul edilebilir. Bu yaklaşım tarihçi Mahmut Goloğlu’nun 1970 yılında yayımlanan Üçüncü Meşrutiyet Birinci Büyük Millet Meclisi / Milli Mücadele Tarihi adlı eserinde, 23 Nisan 1920 – 29 Ekim 1923 arasında yaşandığını öne sürdüğü “Üçüncü Meşrutiyet” tanımıyla da uyumlu görünüyor.
Aradan otuz yıl geçtikten sonra ilan edilen Meşrutiyet sonrası seçimler tekrar gündeme gelmişti. Dönemin şartları dikkate alındığında uzun bir zamana yayılacağı anlaşılan seçim süreci halihazırda var olan usule göre, gereken niteliklere sahip üyelerin seçilerek bildirilmesini öngören genelge ile başlamış, hazırlıkların tamamlanmasından sonra İkinci Meşrutiyet döneminin ilk genel seçimleri 1908 yılının Kasım ve Aralık aylarında gerçekleşmişti. İstanbul’da seçim daireleri Üsküdar, Kadıköy, Anadoluhisarı, Beykoz, Yeniköy, Tarabya, Büyükdere, Arnavutköy, Hasköy, Beşiktaş, Beyazıt, Samatya, Eyüp, Beyoğlu, Beylerbeyi, Doğancılar, Makriköy (Bakırköy), Şile, Gebze ve Kartal’da bulunuyordu. Bu belediyelerin meclis üyeliklerine seçilen kişiler kendiliğinden İstanbul Heyet-i Teftişiyesi’ni oluşturacaktı. 18 Kasım’da başlayan ikinci seçmenlerin (milletvekillerini seçecek delegelerin) belirlenme süreçleri ayrı ayrı kutlanıyor, seçim sandıkları törenle sokaklarda dolaştırılarak yerlerine teslim ediliyordu. İşte bu teslim merkezlerinden birisi de Fatih belediye binasıydı. Şimdi gelin öyle bir İstanbul hayal edelim ki halk askeri bando eşliğinde vatan şarkıları söyleyerek kutlamalar yapsın, Türk, Rum, Ermeni ve Yahudi çocuklar, gençler, yaşlılar ellerinde Osmanlı bayraklarıyla sokaklarda dolaşıyor olsun. Bu kalabalığın ortasında kurdele ve bayraklarla süslenen seçim sandığı baş üstünde taşınsın. İşte Fatih’te de böyle olduğunu anlıyoruz dönemin gazete sayfalarından. Ellerinde bayraklar ve bando eşliğindeki halk seçim sandığını alayla önce Harbiye Nezareti’ne, oradan da İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne götürmüştü. Yürüyüş sırasında vatan ve hürriyet şarkıları söylendikten sonra bu binada bulunan Fatih Belediyesi’ne gelerek -ki bu bina birazdan yerini göreceğimiz Letafet Apartmanının karşısında bulunuyordu- sandığı teslim etmişlerdi.
Meşrutiyet devrinin en zor günleri hiç kuşkusuz 29 Eylül 1911’de Trablusgarp’ta, İtalyan Krallığı’nın eliyle başlamış, Balkanlar’da daha üç yıl önce el birliğiyle ilan ettikleri meşrutiyeti paylaştıkları halkların açtığı savaşlarla devam etmişti. Bazı tarihçiler Balkan Savaşları’nın, İtalya Krallığı’nın Trablusgarp’ta istediği başarıyı elde edememesi üzerine Osmanlı Devleti’ni zorda bırakmak amacıyla tahrik ettiğini iddia eder. 1912 Ekim ayında başlayıp 10 Ağustos 1913’e kadar dört devlete karşı sürdürülen bu savaşların sonucu kelimenin tam anlamıyla yıkıcı etkileri olduğu tartışmasızdır. Maddi anlamda yaşanan büyük toprak kayıpları ve sonrasında yaşanan göçler insanları yıllarca sürecek bir yoksulluğa sürüklerken manevi anlamda ise Osmanlıyı oluşturan birbirinden farklı milletlerin birliğine duyulan inancın bir daha var olmamak üzere sarsılıp yerle yeksan olmasına, ‘Türkün Türkten başka dostu yoktur’ düşüncesinin doğmasına yol açtığı üzerinde anlaşılan bu dönem Meşrutiyet’in yeniden doğduğu toprakları alıp götürmüş, Osmanlı’nın ikinci başkenti Edirne’yi bile elden çıkarmıştı.
Sonraki yazı: HATIRALARIYLA CEMİL PAŞA

Λιθογραφία του Σωτήριου Χρηστίδη υπέρ της Επανάστασης των Νεότουρκων το 1908 και την εγκαθίδρυση συνταγματικού καθεστώτος στην Οθωμανική Αυτοκρατορία. Ο άγγελος κρατά ένα ύφασμα όπου είναι γραμμένο “ελευθερία, ισότης, αδελφότης”