Yazar, “İstanbul mahalleleri yirmi, otuz senede bir çehre değiştire değiştire yaşarlar ve günün birinde park, bulvar, yol, sadece yangın yeri, ‘hali arsa’ geleceğe ait çok zengin ve iç açıcı bir proje olmak üzere birdenbire kaybolurlar” diyerek durumu çok güzel özetliyor Sahnenin Dışındakiler adlı eserinde.
İstanbul’da yaşanan önemli olgu, olay ve mekanları anlatmaya çabaladığımız bu çalışmada şehirde yaşanan en önemli olayın yangınlar olduğunu söylemek yanlış olmaz zira padişahlar değişti, hükümetler düştü, İstanbul işgal edildi ardından kurtuldu fakat değişmeyen tek olgu İstanbul’un yangınlarla başının -kelimenin tam anlamıyla- belada olduğuydu. İlerleyen sayfalarda okuyacaklarınızı zihninizde daha iyi canlandırabilmeniz adına İstanbul’un içinde bulunduğu şartlardan çok önemli biri olan yangınlar üzerine konuşmamız yerinde olur.
Belediye binasının hemen yanında bulunan Şehremaneti Kimyahanesi olarak bilinen bina bulunur. İstanbul İtfaiyesi’nin Fatih birimi olan burası 1923 yılında, belediye binası ile aynı üslupta inşa edilse de teşkilatın geçmişi 1871 yılına kadar uzanıyor. 1871 yılında yaşanan ve Beyoğlu’nu tamamıyla küle çeviren yangın sonrası Tulumbacı Teşkilatı’nın yenilenmesine karar verilmiş, bu kapsamda Viyana ve Budapeşte itfaiyelerini de kuran Kont Odön Szechenyi Sultan Aziz’in davetiyle bir yıllığına İstanbul’a gelerek meşrutiyet yıllarının en parlak siması olmuştu. 1874 yılında düzenli itfaiyecilik teşkilatını kuran kont hayatının tam 48 yılını burada geçirmekle kalmayıp 1877’de albaylığa, 1880’de tuğgeneralliğe, 1883’de de ferikliğe terfi etmiş görünüyor. Yaptığı hizmetlerden dolayı Osmanlı’nın en yüksek onur madalyası olan 1. rütbeden Osmaniye ve Mecidiye Nişanı’na, Büyük Altın ve Gümüş İmtiyaz Madalyası’na, Küçük Altın Liyakat Madalyası’na, Tahlisiye Madalyası’na ve de Bilim ve Sanat Madalyası’na layık görülen kontun adına tesis edilen müze Beşiktaş’ta Kılıç Ali Paşa Sarnıcı’nda bulunuyor. Paşa’nın aldığı nişanlar başarılı olduğunun göstergesi olsa gerek fakat öte yandan İstanbul yangınlarının şehri küle çevirmeye devam ettiği de tarihsel bir gerçek.
Bize İstanbul’un ev ve yangınlarını anlatan kaynaklardan birisi Sultan Mahmud’un saltanatının sonlarına doğru Osmanlı’ya hizmet ederken Suriye’de Mısır Ordusu ile savaşan ve Osmanlı Ordusunun Kurmay Başkanlığını yapan Mareşal Helmuth von Moltke Paşa. Paşa mektuplarında İstanbul’daki evlerinin tamamının ahşaptan olduğunu, önce taştan bir temel atılıp üstüne direkler dikildiğini ardından ahşaptan bir kaplama yapıldığını söylüyor. Görece hızlı olan bu inşa yönteminde duvar araları kerpiçle doldurulur, çatı da kiremitle kaplanınca ev kısa sürede tamamlanırdı. Dersaadet’ten farklı olarak Beyoğlu’nda ise pencereleri demir kapaklarla donatılmış büyük taş binaların inşa edilmeye başlandığını anlıyoruz. Fakat bu durumdaysa ısının şiddeti bu binaları bile hızla tutuşturmaya yetiyordu. Öyle ki, bahçeleri çevresindeki yapılardan tamamen bağımsız olan Fransa ve İngiltere sefaretleri dahi yangından kaçamamıştı. Bu tür yangınlar su ile söndürülemeyince, yangın yerine uzak olan evlerin yıkılarak alevlerin yayılmasını engellemeye çalışılırdı. Kimi zaman esen kuvvetli bir rüzgar bu çabaları da boşa çıkarıyor, zavallı felaketzedeler çoğunlukla canlarını zor kurtarıyor, eşyalarını kurtaracak vakit bulabilirlerse birazdan okuyacağınız örnekte olduğu gibi civardaki camilere yığıyorlardı. Ancak bu her zaman mümkün olmazdı zira gece yarısı ‘yangın var’ diye acı bir bağırış duyulunca, yataktan fırlayan insanlar ne yapacaklarını şaşırır, yükte hafif ama değeri yüksek eşyalarını toplamak için acele ederlerdi. Merdivenler ise yüksek ve dar olduğundan, büyük eşyaları aşağı indirmek mümkün olmuyordu. Sokağa çıkarılsa bile, kalabalık içinde ya ezilir ya da çalınıyordu. Merdivenin çoktan tutuşmuş olduğunu görenler başka çare bulamayınca dama çıkıyor, dört bir yandan gelen alevler arasında kalıp çaresiz bir şekilde kül olup gidiyorlardı. Yangın ne kadar kolay çıkarsa, verdiği zarar da o kadar geniş olurdu diyor Molkte Paşa. Soba çoğunlukla gayrimüslimlerin evinde bulunur, İstanbul halkı odalarını mangal veya tandırla ısıtırdı diyerek yangınların sık ve hızlı bir şekilde meydana gelmesini bu duruma bağladığını okuruz. Ev sahipleri, on veya on beş yıl içinde evlerinin yanma ihtimalini hesaba katarak, kira gelirleriyle sermayelerini bu süre içinde geri kazanmak isterlerdi. Dolayısıyla kiracılar, yangın durumunda en fazla zarara uğrayan kesim olurdu.
Daha önce şehrin demografisine ait rakamlardan bahsetmiştik. Gelin şimdi o rakamların ışığında Meşrutiyet Dönemi boyunca yıl yıl yangınlara ve bu yangınlarda küle dönen bina sayılarına kısaca bakalım zira ilerleyen sayfalarda sıkça karşılaşacağımız semtler hakkında bir fikir sahibi olabilelim. Meşrutiyet’in ilân edildiği 1908 yılının Ağustos ayında, hemen akabinde sosyal dayanışmanın en anlamlı örneklerinden birinin verildiği Çırçır yangınında 1500 bina yanmıştı. İlerleyen günlerde bu yangının sabotaj sonucu çıktığı tespit edildi ve sorumluları yakalandı. Her yangından sonra sabotaj ihtimali akıllara geliyor olsa gerek. Aynı yıl Yeniköy’de 107, Arnavutköy’de 109, Yedikule’de 207 bina yandı. Adana olaylarının yaşandığı yıl olan 1910’da Meclis-i Mebusan olarak kullanılmaya başlanan Çırağan Sarayı alevlere teslim oldu. Görece sakin geçen bu yılı takip eden sene Aksaray’da tam 2400 bina küle döndü. Bu rakam birkaç sene sonra Ayasofya’da çıkacak yangında yanan binaların tam üç, Çırçır yangının ise neredeyse iki katıydı. Bunu Moda, Mercan, Kuzguncuk, Balat, Beyazıt, Kartal ve Mercan’da sayısı 800’ü aşan bina izledi. Birinci Balkan Savaşı’nın yılı olan 1912’de Sultanahmet Meydanı’nın bugünkü haline gelmesine neden olan Ayasofya yangınında 885 bina küle dönecek, Sultanahmet’te bir meydan açmak istediğini söyleyen dönemin şehremini Cemil Beyi sorumlu tutanlar olacaktı. Aynı sene Tophane’de üç farklı yangında 300 civarı, Üsküdar’da ise 75 bina yanacaktı. Edirne felaketinin ve akabinde Babıâli Baskını ile İttihat ve Terakki Partisi’nin tek parti iktidarının başladığı yıl olan 1913’de Ayasofya’da iki ayrı yangında toplam 170, Halıcıoğlu’nda ise 221 binanın yandığına şahit olunuyordu. İstanbul İtfaiyesinin kayıtlarında 1914’de kayda değer bir yangın görülmese de Çanakkale Savaşları’nın yaşandığı 1915’de Şehzadebaşı’nda 50, Cihangir ve Tophane’de 135 bina yanarken, 1916 ve 1917 yıllarında Hasköy 267, Kandilli 31, Kumkapı 296 ve Yenikapı 124 bina kaybetmişti. 1918 yılı Meşrutiyet’in en dehşetengiz yangını olan Cibali-Altımermer yangınında 7500 bina küle dönmüştü. Daha birinin külleri soğumadan diğerleri geliyor, Yeniköy’de 80, Üsküdar’da iki yangında 310, Büyükdere’de 78 ve Vefa’da 500 bina yanıyordu. 1919 yılında Kasımpaşa’da 381, Kuruçeşme’de 403, Üsküdar’da 63 ve Edirnekapı’da 570 bina içindeki tüm eşya ve hatıralarıyla beraber küle dönüyordu. 1920’de çıkan tek yangın bu sefer Nişantaşı’nda 65 binayı yakarken 1921’deki büyük Üsküdar yangınında 600, Beşiktaş’ta ise 80 bina yangına kurban gitmişti. 1922 Haziran’ında İstanbul’a gelen Solita Solano şehrin dörtte birinin yanmış vaziyette olduğunu aktarıyor. Nur Bilge Criss, eserinin 48. sayfasında Üsküdar yangını ile ilgili paylaştığı bir haberde valinin kesin sayıları 694 ev ve 31 dükkân olarak verdiğini ancak şehrin aşırı kalabalıklaşması nedeniyle evlerde oturan sayısının olağandan çok daha fazla olduğunu söyleyerek “Pek çok durumda, tek bir evde iki, hatta üç aile yaşıyor… Onun için, barınakları yanmış olanların sayısının, en azından 7.500 olduğundan, hatta bu sayının, büyük bir ihtimalle 10.000’i aştığından emin olabiliriz.” dediğini okuyoruz.
Peki böylesi bir durum yaşandığında başka nelere şahit olunuyordu biraz da yangınların bu yönüne bakalım. Bu yıllarda belediye başkanlığı Cemil Bey’in hatıralarında askeriye’ye bağlı olan İtfaiye Teşkilatı’nın derme çatma ve ilkel sayılacak araç ve gereçlerden oluştuğunu söyleyerek bunların yangınları söndürmek yerine birbirleriyle kavga edip, bağırıp çağırdıklarını yazıyor. Geçtikleri yerlerde -muhtemelen bugünkü siren sesi yerine- fazlasıyla gürültü çıkaran bu tulumbacıların birkaç kova su taşıyan araçlarıyla yangınlara müdahale edemediğini, etse de özellikle büyük yangınları durdurmaya güçlerinin yetmediğini de ekliyor. Yangınların nasıl haner verildiğine dair ise Anadolu’dan gelip henüz İstanbul’un ağzını öğrenememiş mahalle bekçilerinin, ellerindeki sopaları kaldırım taşlarına vurarak, yüksek seste kendi şiveleriyle yangının yerini çoğunlukla yanlış duyurduklarını anlıyoruz. Aynı hatıralarda okuduğumuz haber verme ve alma yöntemlerine ilişkin ilginçlik, Beyazıt ve Galata kulelerine gündüzse çekilen bayrak geceyse asılan fenerler ile ellerinde mızraklarla hızlı hızlı koşan kırmızı elbiseli nöbetçilerin yangını haber vermek için şehrin her tarafına dağılmaları oluyor. Son olarak ‘Köşklü’ denilen kişilerden bahsederek yürümeye devam edelim. Bir yangının yerini doğru ve hızlı bir şekilde öğrenmek isteyenler -ki bunlar çoğunlukla sigorta şirketleri olurmuş- nöbetçi başlarına abone olurlar, bunlar da başta abonelere sonra paşa konaklarına ve resmi dairelere koşarak yangının yerini bu sefer oldukça doğru bir şekilde bildirirlermiş.
Şehrin neredeyse baştan aşağı yeniden inşa edilmesine neden olan yangınların götürdükleri kolayca yapılabilen ahşap evlerden çok içinde, bir daha geri gelmeyecek olan, o eşsiz göz nuru çeyizlik el işleri, bugün olsa müzeye koymanın gerekeceği halılar, adları artık hatırda kalmayan nice hattatların mushaf, kitap ve levhaların yanında takı ve mücevherlerdi. Tanzimat’tan sonra şehirde türeyen yeni ‘bayağı’ adetlerden birisi de çoluk çocuk toplaşıp koşa koşa bu yangınları seyretmeye gitmekti, Üşümemek için yanlarına mevsimine göre buldukları örtü, battaniye ne varsa alıp bu geçmişin ve onun hatıralarının alazlar içinde küle dönüşünü izlerlerdi. Bunların arasında bazı beyler ve paşaların ispirto lambasının ışığında kendine kahve ısmarladıkları, çayı tercih edenlerin ise arabalarında semâver bulundurduğu da kulaktan kulağa konuşulanlar arasındaydı.
Yukarıdaki satırlarda da bahsettiğimiz üzere tulumbacılık hem bir amatör uğraştı ‘hem de bir yönüyle sporsuz İstanbul’un tek sporuydu’ deniyor Beş Şehir’in satırları arasında. Sürekli heyecana ve koşturmaya hazır, ‘civa’ gibi insanlardı ve birbirlerine karşı son derece vefalı olmaları herhalde en değerli yönleriydi. Tam da vefa demişken, bunun çok güzel bir örneği, Osman Cemal Kaygılı’nın Semâi Kahveleri adlı eserinde, XIX. yüzyıldan verilen bir örneği paylaşmak yerinde olur. Türk Edebiyat İsimleri Sözlüğüne göre 1895 yılında vefat eden meydan şairi ve âşık Çiroz Ali’ye dair anlattıklarını Tanpınar’dan dinleyelim;
“Çiroz Ali verem imiş. Hastalık ağırlaşınca Bakırköy’deki dayısının evine tebdilihavaya gönderilmiş. Bittabii bütün tulumbacı koğuşları bu meşhur arkadaşın sıhhatiyle meşgulmüş. Öleceği günün gecesi Defterdarburnu tulumbacı koğuşu reisi İsmail Kâhya, bir şey olursa haber versin diye Bakırköy’e bir adam gönderir. Çiroz Ali sabaha karşı ölür. Haberci de bir kira beygirine atlayarak Defterdarburnu’na gelir ve Kâhya İsmail’e “Sizlere ömür!” der. O zaman Defterdarburnu’ndan iki yüze yakın tulumbacı Bakırköy’e hareket eder ve orada da bir o kadar meslektaşları ile birleşirler. Aralarında Hristiyan ve Yahudiler de bulunan tulumbacılar cenazeyi, bir saat on dakika gibi imkânsız bir zamanda açık ayak denen koşu şekliyle Bakırköy’den Eyüp Camii’ne indirirler. Bu hikâyeyi okuduğum günden beri Çiroz Ali’nin bütün şehri şaşırtan bir süratle arkadaş omuzlarında uçan tabutu, benim için Bayezıt yangın kulesinde her gece İstanbul’a uğradığı felâketleri haber veren o renkli fenerler ve köşklü sesleri gibi bir çeşit sembol oldu. Gerçekte, tulumbacı, mitolojinin ateşten doğan ve ateşte yaşayan semenderine benzeyen bir mahlûktu.“
Böyle dillere destan bir tulumbacı dayanışması dinledikten sonra bir de külhanbeyi nedir, nasıl tarif edilir bir de buna bakalım. ‘İstanbul’a mahsus o çok acayip ve süzme külhanbeyi’ tiplerinin bu felaketlerden sonra ortaya çıktığına işaret eden Tanpınar ‘Eski İstanbul nasıl bir tarafı ile yeniçeri ise Tanzimat’tan sonraki İstanbul’un bütün bir tarafı da az çok külhanbeyidir.’ diyor ve bunları o yıllarda izledikleri filmlerindeki (biz bugün mafya diyoruz) gangsterlerin ‘şüphesiz çok daha yumuşağı, hattâ medenisi ve zararsızı’ olduğunu ekleyerek ürettikleri İstanbul dilin orijinalliğine işaret edilir. Yeri geldiğinde ‘uysal, vefâlı, kendi aralarında çok disiplinli ve haddinden fazla zalim, namuslu kadına hürmetkâr, bir kere büyük tanıdığının karşısında daima boynu bükük, alabildiğine heccav ve komik, bayağı, teşkilât sahibi’ olan bu beylerin kimi esnaf olsa da balıkçı, kahveci ve dahi meyhaneci olanlarına rastlamak da mümkündü.
Türk sinemasında ‘Heyyyyt! Anamı kesen ben! Babamı doğrayan ben! Kız kardeşimi şişleyen gene ben! Ulan ben adamın gasilhanesinden girer şişhanesinden çıkarım! Ulan ben adamı kuşbaşı kuşbaşı doğrarım! Var mı lan bana yan bakan?!’ diyerek sokaklarda nârâ atan külhanbeyleri popüler kültürümüzde de karşımıza çıkar. Suat Yalaz’ın çizgi romanı ‘Son Osmanlı Yandım Ali‘ İstanbul’un işgal altında olduğu dönemde Mustafa Kemal Paşa ile kesişen yolda yaşadığı maceraları çizmiş, Mustafa Şevki Doğan ise 2007 yılında beyaz perdeye aktarmıştı.
Evsiz olmalarından dolayı yaşadıkları hamam külhanlarından adını alan bu grubun en saygın olanları destebaşı, üyeleri ‘kopuk’, gruplar halinde gezip haraçla geçindikleri için de ‘İt Alayı’ tabir edilir, kabadayılarının reisliğindeki tulumbacılarla giriştikleri sokak kavgaları İstanbul’un günlük, sıradan hadiselerinden sayılırdı. Silah olarak çoğunlukla bıçak taşıyan külhanbeylerinin Seyrekbasan Osman, Raconcu Cafer, Kavanoz Mehmet gibi haddizatında oldukça özgün lakapları, kendilerine has lisanları olan bu delikanlılar, geniş paçalı üstü dar pantalon, siyah yelek ve ceket üstüne Beyoğlu fesi giyer, gömleklerini bağırlarına kadar açıp arkasına bastıkları yüksek topuklu ayakkabılarıyla hatırlanırlardı. Bu kitabın konusu olan II. Meşrutiyet yıllarında karıştıkları olaylar nedeniyle son safha huzursuzluğa neden olan külhanbeyleri, Cumhuriyet döneminde sosyal bir sorun olarak ele alınmış, 1930’lardan sonra yavaşça gözden kaybolmuş gelecek on yıl içinde tamamen ortadan kalkmıştı.
Tulumbacı ve külhanbeyi bahislerini böylece geçtikten sonra, ilerleyen sayfalarda kendisini tanıtacağımız Kemal Bilbaşar’ın, Bedoş adlı romanında muhtemelen Çırçır yangınını nasıl anlattığına kulak verelim;
“Gece bekçisi yatsı namazından sonra asasını taşa vurarak gür sesiyle yangını haber verdiğinde Bayram Ağa odasında ney çalıyordu. Üfürmeyi bırakarak bekçinin sesine kulak verdi, dinledi. Yangın, bacanağının evi civarındaydı. Memduh Efendi’nin kendisine emanet ettiği baldızıysa küçük kızıyla evde yalnızdı: Ona yardıma gitmeliydi. Hemen kalktı, giyindi. Hediyesini gönderdiği halde Bayram Ağa henüz vakit bulup bacanağının evini görmeye gidemediğinden yolu bilmiyordu. “Bedoş kılavuzluk eder bana,” diyerek Fato Hanım’a, küçük kızı giydirmesini söyledi.Bayram Ağa’yla Bedia sokağa çıktıklarında, baldırı çıplak tulumbacıların naralanarak koşar adımla geçtiklerini gördüler.”Biz de koşalım arkalarından enişte, anneciğimin imdadına yetişelim.” Bedia, Bayram Ağa’yı adeta sürükleyerek götürüyordu. İki sokak ileride yangının kül kokulu dumanı genizlerini yakmaya başladı. Köşeyi dönünce de uzaktan gökyüzüne kızıllığı vuran, sağa sola kıvılcımlar saçarak uğuldayan büyük yangını gördüler. Evleri yanan insanların acılı haykırışları, ağıtlı yakarışları açık seçik duyuluyordu. Hayriye Karakolu’na giden sokağın iki yanında, yangından kurtarılmış, gelişigüzel istiflenmiş eşyalar göze çarpıyordu. Bu eşyaların üzerinde oturan gecelik giysileriyle çocuklar, çarşaflı, feraceli kocakarılar ağlaşıp dövünüyorlardı.Karakol meydanına çıktıklarında Bayram Ağa’nın bacaklarına sarılarak Bedia da ağlamaya başladı. Evlerinin yerinde dumanlar tüten kara bir heyuladan başka bir şey kalmamıştı. Yalımlar, rüzgârla savrularak yokuştan aşağıya doğru ilerliyordu.‘Bizim güzel evimiz de yanmış enişteciğim, bizim güzel evimiz de. Oysa babam yanmasın diye evimizin duvarına levha asmıştı. Bu levhanın bulunduğu evlere yangın, alevden dilini uzatamaz, demişlerdi. Ama yangın levha mevha dinlememiş, yakmış kavurmuş işte her şeyimizi…Ne evimiz kalmış ne de o canım eşyalarımız. Nerden buluruz öyle marifetli masayı bir daha? N’apıcağız şimdi? Babam da yok burada. Acaba annemlere bir şey oldu mu?’ Bayram Ağa mendiliyle gözyaşlarını silerek Bedia’yı teselli etmeye çalıştı:‘Ağlama more kızım. O evin ömrü okaymış. Napalım, Allah canınıza keder vermesin sade. Baban burda yok diye de üzme kendini. Ben varım ya. Siz hepiniz babanın emanetisiniz bana. Ne aç ne de çıplak bırakırım sizi. Annenlere de bir şeycik olmamıştır herhalde. Arayıp bulacağız onları helbet. Belki komşılar yardım etmiş, eşyanızı da kurtarmışlardır.Sorup soruşturarak yaptıkları uzun aramalardan sonra Başo’yu medrese avlusunda buldular. Bedia’nın kocakafalı dediği Kastamonulu Recep, üç sarıklı arkadaşıyla koşup yardımlarına gelmiş, Başo Hanım’ı, üst katı yanmakta olan evinin karşısında, çaresizlik içinde ağlar bulmuştu. Dört medrese öğrencisi, yanmakta olan eve girmişler, ak sarıkları sıcaktan kavrularak, aşağı kattaki eşyalardan taşıyabildiklerini kurtarmışlardı. Aynalı konsol ile içindeki sofra takımları, örtüler, altı sandalye ile yemek masası, birkaç bakır tencereyle sahan bunlar arasındaydı. Mollalar, yağmadan korumak için eşyaları medrese avlusuna taşımışlardı.”
Evlerin çoğu ahşap olan İstanbul’da bir yangın çıktığı zaman yanındaki mahallenin durumu rüzgârın insafına bağlı olurdu. Yangınla örgütlü bir mücadele olmayan bu şehirde her mahallenin kendi küçük itfaiye ekipleri bulunduğunu, üstüne üstlük yangını söndürmekten çok ev sahipleriyle pazarlık yapmayı tercih ettiği görülürdü. Hal böyle iken yanına sığınabilecekleri akrabası olmayanlar camilere sığınıyordu. Yangınzedelerle savaşlardan kaçarak gelen sığınmacılar bir araya gelince, belediye ve sosyal hizmetler de yetersiz kalıyordu. Aynı çalışmada işgal yıllarının sonlarına doğru yanan ev sayısındaki azalmanın nedeninin İstanbul’a gelen modern araçlar olabileceği ileri sürülüyor.
Yangınların getirdiği külfetler sayısızdı. Mütareke döneminin en büyük sorunlarından birisi de bu yangınlardan sonra yaşanan konut ve fahiş derecede artan kiralar olmuştu. Bir binanın kirası bir oda için istendiği yıllarda yangın, yaşanan savaşlar ve göç etmek zorunda kalan insanlar yaralayıcı bir manzara ortaya çıkarıyordu. Bu manzarayı bize anlatan bazı köşe yazılarına geçmeden Hakkı Süha Bey’i tanımak gerekiyor; 1895’te Manastır’da doğan Hakkı Süha sadece ilk ve orta öğrenim görmüş yüksek tahsil olanağını bulamamıştı. Çapa Kız Öğretmen, Fener Rum, Şişli Terakki ve 40 yılı İstanbul Erkek Lisesi’nde olmak üzere edebiyat öğretmenliğinin ardından 1957 yılında emekli oldu. 1963 yılında vefat eden Hakkı Süha Bey’in öğrencileri arasında Sait Faik (Abasıyanık), Kenan Hulusi (Koray), Ercüment Behzat (Lav), Tarık Buğra, Zahir Güvemli, Alâattin Yavaşça gibi isimler bulunuyor.
1920’den itibaren Vakit gazetesinde yazarlığa başlayan Hakkı Süha Bey, mütareke yılları boyunca aynı gazetede yayımlanan köşe yazıları Nuri Sağlam tarafından hazırlanarak 2019 yılında Kapı Yayınevi’nden ’İşgal Günlerinde İstanbul’ adıyla yayımlanan yazıları bize dönem İstanbul hakkında çok değerli bilgiler veriyor ki İstanbul’un Meşrutiyet Atlası’nda bu köşe yazılarından birkaç tanesini paylaşmayı yerinde bulduk. Bakalım 1921 Temmuz ayında Vakit gazetesinde çıkan köşe yazısında yaşanan durumu ve eleştirilerini bakın nasıl aktarıyor Hakkı Bey;
“İstanbul’un ufukları barut dumanlarıyla kaplandığı o genel savaş günlerinden itibaren, bu güzel şehir bir felaketi daha yaşadı: büyük yangınlar. Birkaç yıl içinde, zavallı başkent tam 25 bin evinin alevlerle yok oluşuna tanık oldu. Tüm bunlar yetmezmiş gibi, Çanakkale’de yıkıma uğrayan şehirlerin hayatta kalan sakinleri de İstanbul’a akın etti. Bu üç felaket bir araya gelince, önünde durulamaz büyük bir bela dalgası ortaya çıktı.
Bu süreçte İstanbul’da konut krizi gittikçe derinleşti ve sonunda bu ihtiyaç, yasal düzenlemelerle çözülmeye çalışıldı. Önceki mecliste uzun ve hararetli tartışmaların ardından kabul edilen ilk yasa, biraz baskıcı bir yöntemle oluşturulmuştu. Ancak diğer yanlış uygulamalar gibi, gerçeklerin karşısında fazla dayanamadı ve yürürlükten kalktı.
Aslında, bu yasa da ihtiyaçları karşılayacak nitelikte değildi. Hem ev sahipleri hem kiracılar hukuki dayanaklardan çok, kendi aralarında anlaşmayı tercih etmişlerdi. Hatta yasayı çıkaranlar bile zorunluluk karşısında bu yönteme başvurmuştu. İlk Konut Yasası, tam bir hayal kırıklığı olmuş ve sadece alay konusu edilmekten, toplumda ciddi bir uyumu sağlamak yerine küçümsenmekten öteye geçememişti.
Ateşkes sonrası dönemde, hükümetin yetkileri doğal olarak sınırlı hale geldi. Bu dönemde ev sahipleri, yüksek sesle haklarının geri verilmesini, yasanın kaldırılmasını ya da değiştirilmesini talep etmeye başladılar.
Bir gün limanımıza, adeta bir insan seli gibi göçmenler doldu. Her gemi, binlerce insanı sahillerimize bırakıyordu. Ev sahipleri ise artık gece gündüz kazanç hırslarını daha da artırmaktan başka bir şeyle uğraşmıyor, bir odanın kirası için binanın değerine eş bir ücret istemekten çekinmiyorlardı. Kiracılar, en ufak bir itirazda bulunduklarında sulh mahkemelerine bir dilekçe veriliyor, kısa sürede çıkarılan bir kararla sokağa atılma tehlikesiyle karşı karşıya kalıyorlardı.
Bu adaletsiz durum fazla uzun sürmedi ve ikinci bir düzenlemeye ihtiyaç duyuldu. Ancak o zamana kadar yaşanan tüm felaketlerin izleri, ne yazık ki unutulup gitmişti.”